Röportajlar

 

Sevinç Çokum İle Söyleşi

 

     “Benim yapmağa çalıştığım,Türkçeye kendi zenginliğini, unutulan veya hor görülen özelliklerini yeniden kazandırmaktır.”

 Söyleşiyi Türk Dili Dergisinden okuyabilirisiniz
http://tdk.gov.tr/images/20150226.pdf

 Ayşe Altıntaş Türk Dili Dergisi
Şubat 2015

                              

Bir Başkaldırı Romanı : Kırmalı Etekler

      Türk Edebiyatının güçlü kalemi  Sevinç Çokum’la her kesimden
kadının yaşadığı zorlukları incelikli ve cesur bir dille anlatmayı başardığı son romanı”Kırmalı Etekler” üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yazının devamı Star Kitap’ta…
http://haber.star.com.tr/kitap/bir-baskaldiri-romani-kirmali-etekler/haber-991405

Star Kitap-Söyleşi-Duygu Aksoy 15.Ocak.2015

Savrulmalar ardındaki dil cevheri

        Türk edebiyatının güçlü kalemi Sevinç Çokum’la yaklaşık yarım asırı bulan bir tarih dilimi içindeki toplumsal değişmelere de değinerek eserleri ve mücadelesi üzerine sohbet ettik.

İlk öykülerinizin yayımlandığı 70’li yıllarda İstanbul’da nasıl bir edebiyat ortamı vardı?

       Ben lise çağındayken edebiyat matineleri yapılırdı, edebiyat konuşulurdu, sahnede yazarlar yer alır, şiirlerini okurlardı, örneğin Haldun Taner. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir matinesi vardı. Attilâ İlhan, Baylan Pastanesi’nde dostlarla, gençlerle bir araya gelirdi. Beyazıt’ta Marmara Küllük artık son demlerini yaşıyordu, oraya  giderdik, büyük çınarın altında olurduk. Ben Türkoloji mezunuyum ve Sosyoloji’den de sertifika almıştım, mezuniyetim biraz gecikmişti, babam vefat etti o dönemde, sonra evlendim. Çok sıkıntılar vardı ama onlara rağmen bugünün insanı gibi değildik. Komşuluk da akrabalıktan öte bir şeydi, mahalle hayatımız çok güzeldi. Şimdi edebiyatçılar da bir araya gelemiyor eskisi gibi. O zamanlar bizim gidebileceğimiz yerler vardı ama ideoloji de zorluyordu edebiyatı, yazmaya itiyordu.

O ideoloji fırtınasını siz nasıl atlattınız?

         Benim şöyle oldu; 68 kuşağı diyoruz ya, bir bakıma biz de o kuşaktanız. Fakültede benim mezuniyetim uzadığı için, hareketlerin içinde buluyorsunuz ister istemez kendinizi. Mesela toplantılar oluyordu o zamanlar Marmara Lokali’nde. Bazı arkadaşlarımız daha eylemciydi, Deniz Gezmiş gelecek konuşma yapmaya diye beni de davet etmişlerdi. Sol-sağ çatışmalarının yavaş yavaş başladığı dönemlerdi. Ben tabii üniversitedeki reformlar açısından sol fikirlerin yanındaydım, öyle bir çağım geçti ama ondan sonra bir rüzgâr sizi oradan oraya savuruyor, ben de savrulanlardandım. Sonra daha muhafazakâr bir atmosferde buldum kendimi, Hisar gerçi biraz daha açık bir dünyaydı muhafazakârlıktan ziyade ama Türk Edebiyatı biraz daha sertti. Fakat şunu da söylemem lazım ki o zamanlar fikirler daha açıkça tartışılırdı. Kadınlar erkekler oturup fikir alışverişinde bulunurduk dergi hakkında falan. Ben her zaman şunu söyledim: Ben kendimi ne tam olarak solcu gibi hissettim -ki fikirlere iştirak ettim, eşitsizlikler konusunda tam bir sosyalist gibi bakarım topluma, halkın yanındayımdır, çünkü ben de bir halk çocuğu olarak büyüdüm Beşiktaş’ta- ne de bir sağcı gibi. Çok isyanlarım vardır ama insanlar nedense belli bir etiketle sizi anlamak istiyorlar, bu çok acı geliyor bana. Ben şimdi bir roman yazıyorum ve buna karşı bir direnişim, bir isyanım olacak o roman. Şimdi de hâlâ böyle ayırıyorlar sağcı yazarlar, solcu yazarlar diye. Attilâ İlhan’ın çıkardığı Sanat Olayı dergisi Hilal Görününce adlı kitabım çıktığında röportaj yapmıştı benimle, çok objektif yaklaşmıştı bana ve çok mutlu olmuştum. Attilâ Bey’le telefonlaşmalarımız olmuştur, ben çok bezmiştim bu sağ-sol ayrımından, yazmayı bırakmayı düşündüm, telefonda ona da söyledim ve “Sakın” dedi bana, “devam edeceksin!”

Başka kimler vardı sizi destekleyen?

      Behçet Necatigil de Attilâ İlhan gibiydi, hatta Selim İleri’yle olan bir olay var; İleri de benim iyi dostumdur ve o da çok desteklemiştir ama o da itiraf ederek yazdı bunu. Selim, Necatigil Hoca’ya uğradığında “Sevinç Çokum’un Bölüşmek kitabını okudun mu” diye sormuş Necatigil, o da alıp şöyle bir kapağına bakmış ve “Ben bunu okumam” demiş. Behçet Necatigil “Neden okumazsın, solcu olmadığı için mi?” diye sormuş. Selim yazısında, fakat o zaman benim içinde bulunduğum toplum ya da düşünceler beni böyle zorluyordu diyor, bunu itiraf ediyor. Selim, benim hakkımda güzel yazılar yazdı, “Hiç kimse sağı onun kadar acımasızca eleştirmedi” dedi. Benim 2000 yılından sonra yazdığım Deli Zamanlar ve Gece Rüzgârları tamamen kendimle ve toplumla hesaplaşmamdır. Bir zamanların solcuları şimdi kapitalist oldular, bütün buralara vurarak yazdım Gece Rüzgârları’nı. Tren Burdan Geçmiyor kitabım için Selim İleri bir gece bütün tanıdığı yazarlara mesaj çekmiş bu kitabı okuyun diye. Tabii bunu bana kendisi söylemedi, sonradan karşılaştığım insanlar söyledi, bu kitabınız için Selim Bey bana mesaj çekti diye. Yani İleri’nin de bu şekilde jestleri oldu bana. Şimdi yeni baskısı yapılacak o kitabın hatta.

Peki ilk öyküleriniz nasıl çıktı o yıllarda?

       Benim ilk kitabım Eğik Ağaçlar’dı. Onun çıkış hikâyesini anlatayım: O zamanlar tanıdığım yayınevi yoktu tabii. Eşim Rıfat “Bunu en iyisi kendi paramızla bastıralım” dedi. Nedense ben de o zamanlar dosyamı elime alıp yayınevine gidemiyorum kitabımı basar mısınız diye. Kabul edecekler mi etmeyecekler mi, çekiniyordum. Ancak iki tanesi o zamanlar Mehmet Çınarlı’nın Ankara’da çıkarttığı Hisar dergisinde yayımlanmıştı; oradan çıkan yazarlara Hisarlılar denir. O günlerde benim hikâyelerimi öykücü Nursel Duruel okumuştu, kendisinin eşi benim sınıf arkadaşımdı, o vesileyle tanışıp arkadaş olmuştuk. Ben Nursel’in Tarık Buğra’nın yeğeni olduğunu bilmiyordum. Ben hikâyeleri verdim Nursel’e, okumuş, bana dedi ki “Ben bunları dayıma göstereceğim”. “Dayın kim?” dedim, “Tarık Buğra” deyince çok şaşırdım. Hikâyeleri verdi Tarık Buğraya, iki ay geçti, üç ay geçti ama cevap gelmiyor. Okumuş ama bana sürpriz yapmak istemiş ve içinden iki öyküyü seçip Hisar’a göndermiş. Bundan da haberim yoktu ve ben o dergiyi sık sık alırdım. Bir gün bir bayinin önünde durdum almak için ve derginin üstünde yazan isimlerde gördüm adımı, çok sevinmiştim.

Kaç yaşındaydınız o zaman?

        Herhalde yirmi sekiz yaşında falandım. Ama hikâyeleri öteden beri yazıyordum, lise çağından beri yazıyordum. Nursel’le beraber teşekkür etmeye gittim Tarık Buğra’ya. Kadıköy’de şimdiki Yoğurtçu Parkı’nın oralarda bir apartmanda oturuyordu. Çiçek götürdüm kendisine ama konuşamadım; o kadar güvensizdim ki yanlış bir cümle kuracağım diye korkuyordum. Şiirlerimi de Behçet Necatigil’e yollamıştım. Benim küçüklüğümde Beşiktaş’ta bizim alt sokağımızda otururdu Necatigil, yıllar sonra Nursel cesaret verdi ve ona yolladım şiirlerimi ama olumsuz bir cevap geldi. Birkaç tanesini beğenmiş ama diğerlerini beğenmemiş. Ben çok üzüldüm tabii ve o kırgınlıkla şiir yazmam ben artık dedim. Sonra ben kendi hikâyelerime ağırlık verdim, onları Eğik Ağaçlar adıyla kendi yayınımızla çıkardık. Kapağını da eşim çizdi, turuncu bir kapağı vardır.

Sonra o kitabın dağıtımını kendiniz mi yaptınız peki, o nasıl bir maceraydı?

     Onun öyküsü de çok ilginçtir. Kitabı basacağımız zaman bir arkadaşımız dedi ki “Benim bir sürü müteahhit arkadaşım var, onlara bir sorayım reklam verirler mi acaba diye” ve bir sürü insan, ki bunların hepsi Anadolu’nun farklı yerlerinden gelmişler, reklam verdiler. Onlara dedi ki “Hangi memlekettenseniz oradaki okullara, tanıdıklarınıza bu kitapları hediye edin”. Karşılığını da bu şekilde vermiş olduk.

 Peki edebiyat çevrelerinde nasıl karşılanmıştı o kitabınız? Nasıl geri dönüşler oldu?

        Ben iddialıydım, Sait Faik Öykü Armağanı’na da başvurdum ancak çok tecrübeli yazarlar, Demirtaş Ceyhun, Fakir Baykurt gibi yazarlar vardı o yıl. Ve o ödülü alamayınca bir daha girmeyeceğim bu yarışmaya dedim. Ondan sonra da hiç müracaat etmedim. Sonraki sene benim Bölüşmek kitabım çıktı ve çok ilgi uyandırdı. O zamanlar Cumhuriyet gazetesinde Rauf Mutluay vardı, çok acımasız bir yazardı aslında. O bir yazı yazdı; o sene Sait Faik Ödülü için kayda değer pek az kitap olduğunu ama beni ve şu an adını hatırlayamadığım bir yazarımızı daha ekleyerek, ikimiz için yarışma yönetmeliğine bir madde eklenmesini önerdi, yarışmaya başvurmayanlara da sonradan hak tanınması için. Bu önemli bir yazıydı benim için ama öyle olduğu halde bir daha başvurmadım.

        Eskiciler Sokağı öykünüzde Çukurcuma çok güzel anlatılmış. Bir zaman-mekân ilişkisi içinde bir sürü boyut var, sesler var, objeler var, insanlar var. Onlardan bir belgesel bile çıkabilir diye düşünüyorum, sinematografik bir havası var. Bölüşmek’te iki üç hikâye özellikle dikkatimi çekti böyle ve sanki onlar roman olurmuş gibi geliyor bana, siz ne düşünüyorsunuz?

      Ben onları hikâyede harcadım. “Harcadım” diyorum ama tabii ki hikâye olarak da çok beğenildiler. Yine de keşke roman olsaymış dediğim oluyor benim de. Sinematografik bir hava var, evet. Hatta benim bir senaryom var, Yeniden Doğmak, dizi film yapıldı o, TRT yayınlamıştı 80’lerin sonunda. Çağırdılar beni, “Bulgaristan’da 83-84’te yaşananları yazacaksınız” dediler. Ben çok bilmiyordum Bulgaristan’ı ama Bizim Diyar diye bir romanım vardı Rumeli Balkan Savaşı’nı yazmıştım; bir temelim vardı. Sonra bana mektuplar geldi, orada yaşanan zulümleri anlatan mektuplar, gittim o aileleri buldum. Yeniden Doğmak’ta anlattığım Aysel’in ailesiyle görüştüm; ailesi Türkiye’ye gelmişti ama Bulgaristan izin vermiyordu kızın gelmesine. Sonra sınırdan kaçarak gelen aileler vardı, onları bulduk. Hepsiyle görüşüp teybe aldım konuşmalarını. Bulgaristan tarihini okudum. Ve sonra yazdım o senaryoyu, Osman Seden çekti. Bayağı yankı uyandırdı. Bulgaristan’ın isteği üzerine dizi yayından kaldırıldı. Siz diziyi kaldırın, biz de Aysel’i vereceğiz dediler ve gerçekten de verdiler sonra.

   Etkilendiğiniz hikâyeciler, romancılar kimlerdi? Kimleri önemli buluyorsunuz?

      Tabii başta Sait Faik, o çok etkiliyordu beni. Tanpınar’ın hikâyeleri de öyle, mesela Yaz Yağmuru, Abdullah Efendi’nin Rüyaları gibi. Bizim hikâyelerimiz çok kuvvetli, o alanda başarılıyız. Yine öyküleriyle Adnan Özyalçıner çok değerlidir. Tomris Uyar’ı da söylemeliyim. Türk edebiyatının değerli öykücüleri bunlar. Romancı olarak Tarık Buğra etkiledi beni. Zaten o; Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Mehmet Rauf gibi çok önemli yazarlarımızın bir devamıdır bence. Hatta Tanpınar’ın da devamı, çünkü kendisiyle bir araya da gelmişler; tam olarak bilemiyorum gerçi çünkü Tarık Buğra çok fakülte değiştirmiş. Gençliğim Eyvah romanını çok önemli buluyorum, Yağmuru Beklerken de öyle. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle postmodernizme bir başlangıç yapmıştır bence, o da çok önemli; benim geçen yıl mart ayında çıkan Çok Yapraklı İlişkiler kitabım onun gibi sembolik bir romandır. Ve Selim İleri’nin romanlarını çok beğeniyorum, hele son çıkan Mel’un adlı romanı her bakımda çok değerli bence.

      Biraz da çalışma stilinizi sormak istiyorum. Nasıl çalışıyorsunuz, sabahları mı başlıyorsunuz yazmaya yoksa gece yazanlardan mısınız?

       Sabahları yazmam ben. Hani “yıldızı batık” derler ya, benim de öyle, gece doğuyor benim yıldızım. Gece daha iyi hissediyorum kendimi sessizlik açısından da. Bazen öyle zamanlar olur ki gece on iki-bir olmuş ama hâlâ bir şey yazamamışsınız. Fakat saat iki olur ve birdenbire sanki biri size yazdırıyormuş gibi hissedersiniz. Bana da böyle oluyor işte.

Yeni roman var mı peki yakınlarda?

       Evet, yeni bir roman var. İnsanların fikirleriyle etiketlenmesi üzerine bir isyan sayılır. Bir yazarın portresini yazıyorum. Hiçbir insanın belirli bir noktada kalamayacağını, tıpkı sosyal olaylar gibi insanların da değişebileceğini ele alıyorum. Daima doğruyu aramak üzere ama… Doğruyu aramak için var olmuştur insan, doğruyu bulmak üzere değil. Ben buna inanıyorum. Böyle bir şeyden yola çıkarak yazıyorum ve bayağı ilerledim, bu ay çıkacaktı ama yetişmedi, muhtemelen yaza çıkar.

Adnan Özer 
Akşam Gazetesi Kitap Eki  14  Mart 2014


Sevinç Çokum, Son Kitabını Anlattı

            Abukizm adını verdiği bir felsefe ortaya atarak, çok renkli ve prizmatik bir yapı içinden dünyaya bakan yazar Sevinç Çokum ile son romanı ‘Çok Yapraklı İlişkiler’i konuştuk.

İlk kitabıyla insan sevgisi ve hümanizma çizgisinde görünen Sevinç Çokum, zaman içerisinde öykü ve romanlarında değişimler yaşadı. Toplum ve birey arasındaki ilişkileri kurcalayan yazar, ilk romanlarında ulusun değerlerini kişilerine aktararak onları tarih perspektifi içinde ele aldı. Giderek insanın içyapısındaki derinliklere yönelen yazar,  sanatın sınırları olmayacağını savunarak evrenselliğe ulaştı. Deli Zamanlar romanıyla birlikte hikâyelerindeki ince gözlemleri, dil özenini ve ironik bakışı romanlarına taşıdı. Tren Burdan Geçmiyor ve Arada Kalmış Tebessüm, Lacivert Taşı gibi son romanlarında sosyal-psikolojinin verileriyle insanı anlamaya çalıştı.

       Şimdiye kadar yayımlanmış romanlarınız okuyucularınız tarafından ‘Yeni zamanların kör kalbine bir ışık…’ şeklinde yorumlanıyor. Bu, sizin için ne anlama geliyor ve neyi ifade ediyor?

         Bu benzetme, kişileri rahatlatma anlamında olsa bile rahatsız etmeyi de içerir. Çünkü kendi projeksiyonumdan baktığım zaman anlattıklarımla rahatlatmak şöyle dursun, kendime göre ortaya koyduğum doğrularla rahatsız edici olabilirim, oluyorum da. Tanıdığım bir yazarın seneler önce öykü kitaplarımdan biri için ‘Etrafa ne güzel bakıyorsun?’ sözlerini durup durup düşünmüşümdür. Yoksa ben huzur dağıtmak için çevrede dolanan bir hemşire veya iyicil bir kalem miydim? O sözlerin ucu Tanpınar’ın edebiyatımızdaki eleştiri eksikliğini işaret ettiği satırlara doğru yol alıyordu.  Bu defa insan denen problemi yeni baştan incelemeğe gözlemeğe başladım; yüzleşmem ve hesaplaşmam o zaman başladı romanda. ‘Çok Yapraklı İlişkiler’ vicdanın ölçülmesi anlamında bir çıkış sayılabilir. Herkesin kendisini yeni baştan düşünmeğe başlaması gibi bir çıkış… Bir analiz ve ironi yoluyla hiciv.

         Kitaplarınızı okurken yaşanmışlık hissine fazlaca kapılıyoruz. Betimlemelerde verdiğiniz ayrıntılar ve hisler bu duyguya kapılmamızı tetikliyor. Reel hayatta Sevinç Çokum nasıl yaşar,  ‘Çok Yapraklı İlişkiler ‘de yaşamınızdan karelere yer verdiniz mi?

           Tıpkı bir filmci gibi her romanda mekânı baştan seçer ve gezdiğim gördüğüm yerlerde notlar alırım. Ancak kendi tasarladığım gerçekte olmayan iç mekânlar, odalar, sokaklar da inandırıcı olduğu ölçüde romana girebilir. Çok Yapraklı İlişkiler’e bu kez Çatalca, Büyükçekmece, İstanbul içleri,  Etiler, Kâğıthane, Haliç kıyıları, Taksim, Ayazağa türünden bildiğim, tanıdığım ve yaşadığım yerler girdi. Roman belirsiz bir zamanda geçtiği, ayrı bir özellik olarak gerçekle gerçeküstü durumları ve olayları kapsadığı için bu gözlemlere kendi hayal kurgularım da katıldı. Söz gelimi romanda yer alan ve bugüne göre daha farklı çizgiler taşıyan Haliç’te Sarı Kule, Yeşil Kıraathane, Defne Kültür Merkezi, Sonbahar Evleri diye anılan yapılar gerçekte mevcut değil; hiç olmayacak ta denilemez. Yeni İnsan Araştırma Merkezi ve Lebon’dan dönme Bone Pastanesi, Sırça Köşk,  Bahşayiş  Köyü yakınlarındaki Vals Bahçesi örneklerinin  de  hayal ürünü olduklarını söyleyebilirim.

        Romanınızda dikkat çeken Vals Bahçeleri kısımları muhakkak, lakin birde Koza Enişte ve Yamaç’ın konuşmalarına baktığımız zaman bir mektup kısmı var. Mektupların geçmişinden özlemle bahsediyorsunuz. Yazarlar geleceğe, yazdıklarıyla mektup bırakırlar diyebilir miyiz? Bu anlamda baktığımızda siz de bir yazar olarak hala mektup geleneğini sürdüren bir isimsiniz. Bir yazarın mektupla olan diyaloğu hakkında ne düşünüyorsunuz?

        Bireyi kitle halinde yaşamaktan ayıran ve güvenini sağlayıp kişiliğini güçlendiren bir vasıtadır mektuplar. Özel olmaları güzeldir, gizlilikleri ve aşikâr oluşlarıyla nice iletiler taşır, nice pencereler açar, kılavuzluk eder, vicdanları kıpırdatır. Bir başkasına ayrılmış özenli zaman parçasıdır mektup. Zahmetleriyle değerlenir.  Öncelikle etkilerinden söz ediyorum tabii. Profesör Koza Beyin defter ve kitap içlerinden çıkan mektupları, iri beyaz deniz ve nehir taşlarına kaydettiği satırlar bir sonsuza kalma dürtüsüyle yazılmıştır. Bunlar, Mimar Koza Beyin kalıcılık arayışlarıdır; felsefe kırıntılarını, bilgilerini genç kuşaklara aktarışı ya da karısı Gülümser’e içini döküşleridir. Benimse o mektupları hatırlatarak belki Varoluşçulukla belki Yunus’un iç beniyle, insanımızda düşünme mekanizmalarını harekete geçirme isteğim…

            Koza Eniştenin mektubuna dönecek olursak, ‘Varoluş Felsefesi’nden esintiler görüyoruz. Sartre ve diğerleri diye ayırırsak, ‘Çok Yapraklı İlişkiler’ in felsefesi nedir?

             İlk kez Tren Burdan Geçmiyor adlı romanımda ironik ve eleştiriye dayalı, Abukizm diye adlandırdığım bir felsefe ortaya attım. Abukizm, yerleşik anlayışlara karşı çıkan, ters doğrular üzerinde duran bir anlayış.  Tuttu ve ilgi çekti. Şimdiye kadar bir takım felsefeleri, edebiyat akımlarını hep Batıdan almışız. Neden bizim de böyle çıkışlarımız olmasın? Arada Kalmış Tebessüm ve Çok Yapraklı İlişkiler ‘de de  Abukizm’le iç içe düşüncelerim. İlk çağlardan beri insanoğlunun muktedir olma mücadelesi dünyayı ve insanî değerleri giderek tüketiyor. Maddi yapısı kirlenerek dengeleri bozulan dünyada, çıkar kavgaları her şeyi silip süpürüyor. İnsanlığı da… Çok Yapraklı İlişkiler’de, dünyanın bütün değerleri öğüten bir çöp varili haline gelmekte olduğu ifadesi boşuna değildir. Hatta insanlar da acı çekmeden öğütülüyor, bir biçime giriyorlar.   Abukizm, işte bu gerçeği fark etmektir.

          Romanda ‘İtirazlarını kaybetmiş kitlelerin belli bir hedefe yönlendirilmesinden doğacak sonuçlara işaret ediliyor. Kitabın sonucunda okuyucuyu saran duygu ve düşünce özgürlüğünü elde etmenin önemi veya özgürlük hakkı, itiraz ederek elde edilir diyebilir miyiz?

        İtiraz, doğru olmayanın fark edilmesi demektir. Abukizme göre çıkar çatışması ve baskı itirazın önünde duran en önemli engeldir. İnsan, yapısında var olan özgürlük duygusuyla çıkarları arasında bocalar. Ancak özgürlükler bazen soluk alıp verme yerine geçer ve insanın itirazı buralardan doğar, baş verir. Romanda Yamaç Beyin, yardımcısıyla ara ara konuşmaksızın kâğıtlara yazarak anlaşmağa çalışmaları, sonra da o kâğıtları yakmaları üzerinde okuyucu düşünmelidir. İnsanların araç haline gelmesi getirilmesi noktasından hayatımızın kontrolüne ve doğanın dengesinin bozuluşuna kadar her şeyi sorgularız bu romanda. Böcek bile, sizin gösterdiğiniz bir dala veya kâğıt parçasına gelmekten kaçınıp, kendi yönüne doğru ilerler. Romanın ilk sayfasındaki cümle, sorunuzun daha net cevabıdır.  ‘Özgürlükler, akıl ve bilgiyle kanatlanır.’

Yeni Şafak Kitap Eki
Ayşe Büşra Erkeç  8 Mayıs 2013

“Roman size her türlü imkânı açar.”

           Ümran Avcı ile Edebiyat Söyleşileri’nin bu haftaki konuğu, “Çok Yapraklı İlişkiler” kitabının yazarı Sevinç Çokum…

              Roman, öykü, şiir, deneme, radyo programı ve senaryo gibi edebiyatın her dalında ürünler verdi Sevinç Çokum Ancak Sevinç Çokum deyince belli bir yaşın üstündekiler için hemen akla Bulgaristan’daki soydaşların yaşadığı dramı anlatan “Yeniden Doğmak” dizisi gelir. Çokum, gerçek bir hikayeden esinlenerek yazdığı o senaryo sayesinde, Bulgaristan’da tutulan küçük Aysel’in Türkiye’deki ailesine kavuşmasına neden olmuştu. Sevinç Çokum ile hem yeni romanı “Çok Yapraklı ilişkiler’i” hem de “Yeniden Doğmak”ı konuştuk…

        – Edebiyatın her alanında ürün verdiniz. Radyo programcılığı, öykü, deneme, şiir, roman, senaryo. Derdinizi en iyi hangisinde anlattığınızı düşünüyorsunuz?

              Romanda. Öykülerde de adım çok söylendi. 70 – 80 yılları arasında Türk öykücülüğüne iyi ürünler verdim. O dönem kadın yazarlar birden bire patladı ve isim bıraktılar. Şimdi pek çok yazar var. Çok da güzel şeyler yazanlar var ama kalıcı olanlar ne yazık ki bir iki kişi. Neden kendimi romanda kendimi daha iyi anlattığıma gelince; çünkü roman daha geniş soluklu bir tür. Roman daha özgür. Size her türlü imkanı açar. İstediğin gibi konuş, istediğin gibi anlat. Ama öyküde dar bir sınır içerisinde kalırsınız. Orada her şeyi söyleme imkanınız yok. Sürekli konuya, anlattığınız kişiye ve duruma bağlı kalarak hareket etmek mecburiyetindesiniz. Ama roman size bir özgürlük veriyor.

          - Sevinç Çokum ve senaryo deyince hemen akla “Yeniden Doğmak” dizisi geliyor. 80′lerdeki o senaryo sayesinde bir insanın özgürlüğe, ailesine kavuşmasını sağladınız. Bu size Basın Şeref Belgesi de kazandırdı.

            TRT’den aradılar o dönem. Bulgaristan konusunda bir senaryo istediler. Her türlü imkanı sağlayacaklarını, Bulgaristan’dan kaçan ailelerle görüştüreceklerini söylediler. Türkiye’ye sığınıp Bursa ve Mudanya’ya yerleştirilen ailelerle görüştüm. Zaten o coğrafyanın geçmişini biliyordum. Aysel’in hikayesi önce bir gazete çıkmıştı. Ailelerle yaptığı görüşmeleri banta aldım. Bulgaristan’dan gelen ve bizi kurtarın diyen mektupları topladım. Malzemeler birikince altı ayda yazdım. Dizideki hikayede aile Türkiye’ye gelebilmek için iki çocuktan birini tercih etmek durumundadır. Anne çocuğa geçici olarak gideceklerini, Bulgaristan’a geri döneceklerini söyler. Aslında bu bir sığınmadır. Anne erkek çocuğu mu, kız çocuğu mu bıraksak diye düşünür. O iç çatışma çok öne geçti. Sonra kızı bıraktılar. Babaanneye bıraktılar. Bu olay Türk soydaşların, adlarını değiştirilmesi, sünnet geleneklerinin kaldırılması gibi sıkıntıları anlatıldı o dizide. Aydan Şener anneyi, Mine Çayıroğlu Aysel’i oynuyordu. O dizi yayınlanırken Özal Hükümeti vardı. Bulgaristan ile pazarlıklar neticesinde, filmin yapımcısı Osman Seden’in de etkisiyle evet Aysel kurtarıldı.

         - Dizi bir gün aniden yayından kaldırıldı. Ne hissetiniz, neler yaşanmıştı o dönem perde arkasında?

             Tamamı dört bölümdü, İki bölüm sonra film yayından kalktı. Şok geçirdim. Yayından kaldırılacağını değil ama olumsuz bir şey olacağını önceden hissettim. Aniden rahatsızlandım, ilaç almak durumunda kaldım. Evin içinde durmadan dolaşıyordum. Hiç iyi değildim. Eşim ne olduğunu sordu. Kötü bir şey hissettiğimi söyledim. Dizinin yayınlanacağı saatte televizyonu açtığımızda ‘teknik bir arızadan dolayı yayınlanamayacağı’ belirtiliyordu Şok oldum. Dondum. TRT’nin Televizyon Daire Müdürü Mehmet Turan Akköprülü’yü aradım. “Hiç üzülmeyin, fakat bu böyle olmalıydı. Neticesi iyi olacak. Kimseye söylemeyin ama Aysel’in özgür kalma durumu var” dedi. Kimseye söylemedim. Sonra Aysel ailesine kavuşup Türkiye’ye gelince evime geldi.

- Aysel’le görüşüyor musunuz?

Bayramlarda, özel günlerde telefon eder. “Cici anne” der bana.

AYDAN ŞENER’E KIRGINIM

- Film o dönem çok ses getirmişti…

          O tarihlerde bir tek TRT vardı. İlk defa dizi türüyle karşılaşmış oldu izleyici. İnsanları o kadar etkiledi ki dizi yayınladığında bütün sokaklar boşalıyordu. Kışlalarda, yatılı okullarda, kahvehanelerde, evlerde topluca izleniyordu. Şu var ki, hep içimde kalmıştır bu nedenle söylemek istiyorum. O dizide oynayan Aydan Şener, ondan sonraki seneler içerisinde şu güne kadar her zaman bir program yaptı ama maalesef o programda asla bu filmin adını zikretmedi. Bunu ben şuna bağlıyorum; Mine Çayıroğlu o dizide biraz daha üste çıktı. Bu yüzden rahatsız olmuş olabilir. Sürekli Çalıkuşu’ndan bahseder, bundan asla bahsetmez. Oysa herkes hayran kaldı bu diziyle Aydan Şener’e. Buradaki rolüyle halkın sempatisi ona karşı daha bir arttı. Niye böyle yaptı anlamak mümkün değil. Biraz kırgınım kendisine bu nedenle.

         – Gelelim yeni romanınıza. İnsanın makineleşmesi, tek tip olması, doğayı katletmesine isyan niteliğinde ironik bir roman.

          Bu bir sosyal eleştiri romanı. 2003 – 2004 yıllarından sonra hem kendimle hesaplaşmaya başladım hem de toplumla yüzleşerek bir hesaplaşmam oldu. İç hesaplaşma tabi. Dolayısı ile bazı değerlendirmelerim değişti. Topluma, hayata, insana daha farklı bakmaya başladım. Romanlarımda da böyle bir çizgi izliyorum. Yani romancılığımı hep kendimi aşmaya çalışmak üzerine kurdum. Hala yazdığım eseri beğenmem, geriye dönüp bakmam daha iyisini yapayı diye. Kendi yanlışlarımı görebiliyorum ki, bu çok önemli. Bu roman benim için farklı bir çıkış noktası oldu. Belirsiz bir zamanı anlatıyorum. Gerçeküstü de diyebileceğiniz unsurlar var. Ben buna “abukizim” diyorum. Biraz müstehzi, içerisinde biraz alay olan. “Abukizm” sanki bir felsefeymiş gibi ama tuttu da. Birkaç romandır bunu yapıyorum. Çünkü bütün felsefeleri dışarıdan almışız. Bizde de bir mütefekkir gibi düşünce romancıları var. Ama bir isim altında ortaya atmak galiba ilk kez bende oluyor: “Abukizim”… Abuk, saçma demek. Saçmalık gibi görünen ters doğruları, ters gibi görünen fakat doğru olan şeyleri görebilmek toplumda. Romanlarımda abukizm kullanıyorum.

TÜRKİYE’DE ŞUURLU OKUR AZ

- “Kendimle yüzleştim” dediniz. Yüzleşmenin sonucu ne oldu?

         Artık topluma daha korkusuzca bakabiliyorum. Herhangi bir ideolojinin etkisinde kalmadan tamamen insana yönelik olarak, şüphelerle, acabalarla topluma bakmaya başladım. Galiba en doğrusu da budur.

          – Romanda gerçeküstü unsurlardan biri de Yeni İnsan Araştırma Merkezi’nde yaşama kazandırılan tek tip insanlar. Bu isyanı görünce yazmazsanız çığlığınız içinizde kalırmış hissi uyanıyor.

         Yazıyorsunuz ama bir yere kadar. İçe kapanış ve küskünlük sürüyor. Yine de yazmak iyi geliyor. 40 yıldı yazıyorum. Romanım bittikten sonra uyumsuzluk yaşıyorum. Çevreye, insanlara uyamıyorum. Ve saçma sapan hareketler yapıyorum. Kendi kendime konuşmaya başlıyorum. Yani tuhaf bir mahluk gibi. Birçoklarından da işittim. Orada kendinizin kurguladığı bir dünyada yaşıyorsunuz yazarken. İstedikleriniz söylüyor, öfkenizi boşaltıyorsunuz ama oradan çıktıktan sonra farklı bir şey. Gerçeğin kendisi . Burada başka, tokat gibi yüzünüze inen şeyler var. O açıdan roman bitince hemen yeni bir esere başlıyorum.

- Türkiye’de okur kitlesini nasıl buluyorsunuz?

          Bizde kitap şuuru pek fazla yok. Belirli insanlar kitap okuyor ve ancak belirli insanlar şuurlu okuyor. Şuurlu okumak derken bir eseri değerlendirme kapasitesi olan okurdan bahsediyorum. İyi, kötü olarak tahlil edebilen okur. Şimdi daha çok genç nesil okuyor zaten. Bir kısmı da ayıp olmasın diye okuyor. Edebiyatı anlayan, bilen, edebiyatla iç içe olmuş insan kitlesi bizde çok az. Edebiyat mı okuyor, yoksa çalakalem yazılmış şeyler mi okuyor onun farkında değil çoğu.

HABERTÜRK   15 Nisan 2013 
Ümran Avcı

 

“Artık hikâye yazmayı düşünmüyorum; romana devam edeceğim…”

               Türk edebiyatının usta öykücülerinden biri Sevinç Çokum. Son yıllarda romana yönelen yazar, 9 yıl aradan sonra hikâye kitabı yayımladı. “Al Çiçeğin Moru” geçtiğimiz günlerde Kapı Yayınları’ndan çıktı. Kitapta kalbe dokunan naif, aynı zamanda yaralayıcı öyküler var. Selim İleri’nin ifadesiyle “Al Çiçeğin Moru’ içteki sızıyı, çağıltıyı çoğalttıkça çoğaltıyor. Biz de öykünün yanı sıra roman, deneme, anlatı gibi edebiyatın farklı türlerinde eserler ortaya koyan Sevinç Çokum’la yeni kitabını ve yazarlığını konuştuk.

         Hikaye ilk göz ağrınız, yazarlığa adım attığınız, okurun sizi tanıdığı tür. Son yıllarda peşpeşe romanlar yayımladınız. Yeni eseriniz Al Çiçeğin Moru bir öykü kitabı. Bu uzun aranın sebebiyle başlayalım sohbetimize.

           Benim hikâyelerim bazı güçlü duyuşlardan, mekan etkileri ve katlandığım katlanamadığım insan ilişkilerinden doğar. Farz edelim, ansızın yağmur yağmaya başlar ve bu dökülüş sizde bir tele dokunmak gibi ürperti yaratır. İşte bunun gibidir benim öyküye sarılışım. Doğal olarak, dönem dönem değişik yöntemler, fikir bulamaçları, roman kıvamı taşıyan öykü denemelerim de oldu. Bütün bunların yanında hikâyelerimi asıl birbirine tutunduran temel özellik, başta söylediğim o ansızın bastıran yağmur veya hayatın akışkanlığı içinde beni ilgilendiren ve bende iz bırakan derinlikler, sevgiler, kırıklıklar, haksızlıklar… Dediğiniz gibi öykü, hatta şiirle başladım, sonra romana girdim; yanı sıra ilk göz ağrım da devam etti. Fakat sonrası hikâyeye ara verişim… Bundan önceki bu türde yazılmış kitabım Gece Kuşu Uzun Öter 2001′de yayımlanmış, demek ki, 9 yıl aradan sonra, Al Çiçeğin Moru geldi. Bunlar da Varlık ve Türk Edebiyatı’nda yer alan son yıllarda yazdığım örnekler. Al Çiçeğin Moru’ndan sonra artık hikâye yazmamayı düşünmüyorum. Romanla devam edeceğim. Ancak bazı kararlarımı zaman zaman değiştirdiğim de oldu; onun için öykü konusunda aldığım karar da değişebilir, şu anda kesin gibi gözükse de…

          Siz kendinizi öykücü Sevinç Çokum, romancı Sevinç Çokum diye ayırır mısınız?

           Ayırmam, çünkü kaynak benim. Her şeyden önce ben bir anlatıcıyım, yalnız öykü yazarken biraz daha esrik, biraz daha bağlantı telâşı olmadan yazarsınız. Romanda da şiirli haller, dantelalar olmalıdır, fakat bu türde ayrı bir sorumluluk yığılır üzerinize. Ayrıca roman hangi çağa gelirse gelsin, eğer devam ediyorsa, içinde iskambil kağıtlarıyla devrilmeyecek güçlü bir hikâyeyi barındırabilmelidir. Bu hikâye ister fikirlerden oluşsun, ister bilimden, felsefeden; nereden yoğunlaşırsa yoğunlaşsın, isterseniz hafife alın, taşlamalar, alaylar katın; o hikâyenin şu dağın, şu perdenin arkasında olduğunu bilmeliyiz. Bu benim roman görüşüm, başkalarınınkini bilemem. Masa başına oturduğumda gündelik hayatından sıyrılan, artık yarın yapılacak işleri, politikacıların ne dediklerini düşünmeyen bir Sevinç Çokum geçer benim yerime. O artık evdeki hayatın dışındadır, ameliyata hazırlanan cerrah gibi üstünü başını hazırlayan, eldivenlerini giyip gerekli ne varsa bunları yerine getiren birisidir. Telefonlara cevap vermez, kapıları açmaz, yaptığı işle bütünleşmiştir. İster öykü, ister roman yazsın, bu hali değişmez.

           Al Çiçeğin Moru’nda sizin önceki öykülerinizde de geçen ‘ölüm’ü ağırlıklı tema olarak görüyoruz. Aradan geçen yıllar ölümü daha mı çok düşünmeye, yazmaya itiyor insanı?

             Ben ölümü çocukluğumda ve yetişme çağımda daha fazla düşündüm. Hatta Deli Zamanlar adlı romanımda bir hastane morgunda neler hissettiğimi anlatan ve böylece ölüm konusundaki sorularımı, takıntılarımı yansıtan bir bölüm vardır. Şu anda ise ölümü hayatın normal seyri içinde bir olgu olarak görüyorum. Eskiden ağlayabildiğim halde şimdi kolay kolay ağlayamıyorum. Buluşma hikâyesinde de ölüm olayının veya gerçeğinin, doğumun yani açılışın ardından gelen bir kapanış olma sadeliğini hissettirmeye çalıştım aslında. Orada yazmak istediğim, pişmanlıklarını içinden atamamış bir ölüyle, yaşadığı hayatın ölçülerini fazlasıyla benimsemiş, adeta o ölçüler için ömrünü geçirmiş bir diğer ölü arasındaki konuşmalarla bir muhasebe yapmak, ölüm halinde bile hayatın özlenilesi bir şey olduğunu sezdirmekti. Şu noktayı da belirtmeliyim; Al Çiçeğin Moru’nda eski öykülerime göre farklı, söz gelimi mizah tarafı olan örnekler ve ironik anlatımlar da yer aldı. Belki hayatı ciddiye almak gibi algıladığım ilk hikâyelerimden sonra geldiğim çizgiyi araştırmak isteyenler için bu son kitap önemli ipuçları sergilemektedir.

           Kitaptaki öyküler otobiyografik öğeler de taşıyor. Öğrencileriyle yıllar sonra buluşan öğretmenin öyküsünü okurken o öğretmeni siz olarak tasavvur ettim. Bu okur yanılması mı? Öykü dilindeki samimiyet, sıcaklık okura bunu mu düşündürtüyor yoksa?

           Sözünü ettiğiniz örnek, kitaba adını veren öyküdür. Oradaki isimleri bile değiştirmedim, o kadar gerçek. Yaşanmışlığın edebiyattaki önemi böylece size o sıcaklığı duyurabilme ve inandırıcı olma özelliğiyle kanıtlanıyor. Hikâye kahramanlarının herhalde haberleri olmadı; fakat olacaktır. Özellikle öğrencilerime benim bir armağanımdır bu öykü. Sadece kurgulamayla yazılmış roman ve hikâyenin eksikleri bulunur, tadı uydurulmuş bir yemek gibidir yahut kokusuz, dışı güzel bir çiçeği koklayıp da hayal kırıklığı duymak gibidir.

           Öykülerde geçen kahramanların isimleri de daha çok eskiye ait. Ulviye, Sitare, Süheyla, Neyyire, Afife, Şefik, İhsan, Mestane… Daha çok mazide mi yaşarsınız?

            Hayır, ben hayatın içindeyim, kalabalıklara karışırım çoğu zaman. Kendimi güçlü hissetmek ve insanları tanımak, malzememi zenginleştirmek için bu gereklidir. Kitapta günümüzü anlatan, özellikle daha önce yazmadığım semtlerin, Çatalca’nın, Büyükçekmece ve Güzelce’nin hikâyeleri de bulunuyor. Günümüzde yaşananlar, modalar, güne ayak uyduran veya uyduramayanlar, teknolojik gücü simgeleyen araç gereç şu bu… Şu bir gerçek ki siz artık insanlar ve onların icadı aletler tarafından yönetiliyorsunuz. Aynı zamanda yaygın düşünceler, modalar, anlayışlar, gruplar tarafından yönlendiriliyorsunuz. Yazar yaşadığı çağı anlayamıyorsa ve çözümlememek için ona sırt çeviriyorsa yanlışın içindedir. Ben dünyayı bugünkü değerleriyle anlamaya çalışan ve onu olumsuz yönlere çekme çabası olanları sorgulayan biriyim. Yazma sebebim ve problemim, dünyanın yarınlara, yarının insanlarına eli yüzü düzgün bir biçimde ulaşamayacak olmasından doğdu.

         “Sizin erguvanlara bakacak zamanlarınız yine de oldu… Al çiçeğin morunu fark edebildiniz… Ya şimdi, bugün bir oda içinde geleceğini çözemeyen çocuk?” Öyküde geçen bu soruya sizin cevabınız ne olurdu? Niye böyle oldu/k? Artık internet çağındayız deyip geçiştirmeli miyiz bu sorunun cevabını?

            Soruya sosyolojik açıdan bakarsam toplumsal değişimler kaçınılmazdır cevabı hemen yakınımızdadır. Bu doğrudur, teknolojinin veya zamanın yeni ideolojileri, yeni pazarlamaları sunmaları iyi veya kötü olsun olağandır. Hatta şöyle söyleyebilirim, hangi oluşum kötü yanlarıyla geliyorsa, yanında iyi çözümleri, karşıt doğruları da getirecektir. Küreselleşme böyledir söz gelimi, bir anda dünyayı altüst etmiş olsa da insanları yüz yüze, ülkeleri yan yana, karşı karşıya getirmekle iyi ettiği kadar, bir buldozer görevi de görmüştür. Dünya bu sebeple gelgeç bir dünya görüntüsü almıştır. “Hemen tüket yahut. Unut ve sil, haydi bakalım yenisine!” felsefesi, bu olumsuz sonuca karşılık insanlarda toparlanma ve doğruları arama iştiyakını da uyandırmıştır. Değişimler gerçeğine paniğe kapılmadan bakarsanız, onunla gelecek tartışmaları, kavgaları, dövüşleri de görebilirsiniz. Her devrin şartları anlayışları, doğruları, yanlışları kendi içinde gelir. Geçmişin güzellikleriyle kalmayıp bunun yanına o güzellikte bir başkasını koyabilmek önemlidir. İnternetin yararlı tarafını kabullenerek o çocuğa doğa sevgisini verebilmek de… Dünün insanlarının eksikleri başka bir yöndeydi, bugünkülerin de geçmişte kaldı. Biz bu çukurları kapatarak ve kayıpları başka anlamda telâfi ederek yaşayacağız.

***

Selim İleri’ye toz kondurmam

           Selim İleri geçenlerde Radikal Kitap’ta şöyle yazdı: “1972′de Behçet Necatigil, Eğik Ağaçlar’ı okumamı salık vermişti. Sevinç Çokum’u ‘sağcı’ yazarlar arasında sayıyordum. Okuyamayacağımı söyledim; usta Necatigil’den okkalı bir azar işitmiştim. Bu böyle uzun süre sürdü gitti. Bir gün ‘Gece Kuşu Uzun Öter’i okuyunca, başa döndüm, taa ‘Eğik Ağaçlar’a. Çok önemli bir hesaplaşma yazarıyla yüz yüze geldiğimi biliyordum artık. Sağdı soldu derken, Sevinç Çokum’a ne denli haksızlık yapıldığını da.” Bu haksızlık son yıllarda ortadan kalktı mı?

           Selim İleri benim gözümde, arkadaşlarım ve yazarlar arasında çok ayrı bir yerde durur. Ona toz kondurmam. Şimdi ne kadar doğru sözlüyse, kuşkum yok, o zaman da öyleydi ve doğruları söyledi. Yazarlar arasında, böylesine içtenlikle konuşabilen, Selim İleri gibi kaç kişi var acaba? Kitabı okumayacağını söylediğinde yıl 1972 ise 23 yaşındaydı, ne kadar taze bir çağ! Belki, o dönemin şartlarına göre öyle bakmalıydı. Belki o dönem ben portmantoya ters veya biçimsiz asılmış bir manto gibi izlenim bırakıyordum, ne biliyorsunuz? Sonradan benim sağın içindeki feveranım ve gördüğüm zaafları yazdıklarımla suratlara vuruşum da ayrı bir hal. Asıl olan yürektir. Selim İleri’nin düşüncesini açıkça söylemesi, sonraki yıllarda bana hem dostluğu hem de destekleriyle güç verişi herkesçe bilinmeli. Bugün edebiyat dünyasında ayrımcılık eskisi kadar ezici olmasa bile bazı anlayışlar ortadan kalkmış sayılamaz.

              Selim İleri, bütün o tuhaf, burnu havada ve usta yazar diye anılan bazı kimselere üstün yazarlığı ve örnek insanlığıyla bu çağın en güzel cevabı sayılabilecek bir isimdir.

MURAT TOKAY
ZAMAN CUMAERTESİ  27. KASIM .2010

Yükselen her  sınıf ötekini yok sayar

            Usta yazar Sevinç Çokum, yeni romanı Arada Kalmış Tebessüm ile çıktı okurun karşısına.  “Her yükselen sınıfın alttakini yok sayması da yine  aynı doğrultuda gerçekleşir. Benim  gözlemlerimse bunu doğrular”diyen  Çokum sınıf çatışmalarını özgün bir bakışla ele alıyor

           “Arada Kalmış Tebessüm”,  sosyal psikolojiyle kurulan ilintileri ortaya koyan bir roman. Sevinç Çokum, romanında sınıf çatışmasına, ihtiyaçlara, çıkarlara, ideolojilere, yönetimlere, ezilen ve ezenlere, darbelere bakışları tüm yönleriyle aktarıyor. “Tren Burdan Geçmiyor” ortaya attığı dünya görüşü abukizme bu romanında yer veren yazar, bu felsefenin  ikiyüzlülükleri sergilemede, aldatmacaları ve çıkar kavgalarını örtülerinden sıyırmada hayli işe yaradığını söylüyor.

PAZARDAN DÖNEN BİLGE

        Kitabınızda; darbeler, Turgut Özal’ın politikaları,  Bülent Ecevitli yıllar, ekonomik kriz gibi Türkiye’nin yakın tarihindeki olayların, farklı yorumlarını buluyoruz. Pek çok meseleyi roman kurgusuna yerleştirmek zor oldu mu?

            Roman olaylardan insana, insandan olaylara  gidiştir. Tarih, krizli 2001 yılı olmakla birlikte 12 Eylül sonrası genç kuşağın kendilerinden önceki anne ve babalarla kuşak çatışmaları da verilerek kendi gözlemleri ve büyüklerin anlatılarıyla bir devre bakışlarıdır. Gözlemler ve yaşanmışlıklar olsa da, günlük tutmadığım için çeşitli bilgi ve belgelerden de yararlanmam  gerekiyordu. Darbelerin yanından yöresinden geçerek,  politikacıları tanımak, yaptıklarını, sahnede yer alışlarını, bıraktıklarını olumlu veya olumsuz durumları değerlendirmek yanında halk irfanı da gözden kaçmamalıydı. Bakarsınız bir fatura kuyruğunda bilge insanlara rastlarsınız; hiç eskimeyecek şeyler söylerler. Romanda eşeğiyle birlikte Anadolu’da pazardan dönen adam böyle bilge biriydi.  Ancak Gümrük Anlaşması’na, Kopenhag Kriterleri’ne, hatta 1838 Osmanlı İngiliz Ticaret Anlaşmasına kadar romana girecek bilgileri elekten geçirmek için yazılı kaynaklara başvurursunuz demek istiyorum, bu da kolay görünse de hayli oyalar sizi. Bunlar ön malzemedir,  eğer yakışıyorsa işinize yarar. Ama bütün bunlar insandaki iç çatışmaya varacak yolu veya o çatışmayı aydınlatacak aynaları bulabilmek için birer araçtır bana göre. Romanda önem taşıyan nokta,  olayların tahlili ve bunların insanın içyapısına nasıl yansıdığıdır.

ABUKİST YAZAR OLABİLİRİM

       Romanda sık sık Feda’nın benimsediği Abukizm felsefesinden bahsediliyor. Abukizmin klasik anlamda yalnızca saçmalığın tanımı olmadığının altını çiziyor kahramanımız. Neden Abukizmi ön plana çıkardınız?

          Abukizm  daha önceki Tren Burdan Geçmiyor romanımda Sokak Çocuğu Sonsuz’un (Sırrı Düzgün ) ortaya attığı bir  dünya görüşüydü. Bir çeşit sokak felsefesidir. Romancı tarafsızlığını  korumağa yarıyor, bu felsefenin  mizahî görüntüsü altında sözleri yerli yerine oturtma imkânı vardır. Ben onu hem edebiyat için, hem Arada Kalmış Tebessüm’ün ressamı Feda için resim sanatından söz ederken topluma tek doğrular yerine birçok doğrular; tek yanlışlar yerine birçok yanlışlar olabileceğini göstermede kullanıyorum. İronik dilde ikiyüzlülükleri sergilemede, aldatmacaları ve çıkar kavgalarını örtülerinden sıyırmada hayli işe yarıyor Abukizm. Belki edebiyatta kendi başına  önemsenebilecek de… Böylece romancıları, öykücüleri sağ sol kavramlarıyla dosyalama yöntemleri bir yana bırakılarak Abukizm aynalarında  onların yaptığı işe bakılacak. En azından belki benim için o Abukist bir yazardı denilecek. Böyle olunca da kızılarak değil, tebessümle hatırlanacağım. Ancak kızılarak hatırlanmayı da umursamıyorum.

            Ressam Feda’nın dayısı Profesör Usveren,  ona aykırı bir dal olduğunu söylüyor. Feda her ne kadar yeğeni olsa da onu kendi sınıfına dahil etmiyor. Feda’nın iç bunalımlarında ise  dayısının bu tutumunun büyük payı var. Buradan yola çıkarak romanınızı sınıfsal çatışmalar üzerine kurduğunuzu söyleyebilir miyiz?

           Elbette. Romanın yazılışının asıl amacı sosyal psikolojiyle kurulan ilintilerdir. Sınıf çatışması, ihtiyaçlara, çıkarlara, ideolojilere, yönetimlere, ezilen ve ezenlere, darbelere bakışlardır. Bir makineden parça alıp yerine başkasını koymak gibi insana ait düşünceleri, bağlılıkları, inanılan değerleri alıp yerine başkalarını yerleştirmektir. Bulanık renkli dış tablolar arasında insanın bilinçaltı fırtınaları ile birlikte toplumların alt yapısındaki sınıf çatışması üzerinde durulmuştur. Tarihsel olayların altında bunlar aranmıştır. Böylece dış benlikten iç benliğe doğru bir yolculuğa çıkarız; Sanki bir trenle yolculuk edercesine yanımızdan şehir veya kır manzaraları halinde sosyal hayatımızın manzaraları geçer.  Aile, kuşak kopuklukları,  yaylı sazlar dörtlüsünü kuran dört arkadaşın onları birleştiren sevgi ve müzik olsa da dağılışları, hırpalanışları, onlardan öncekilerin daha acılı olan hayatlarına uzaklıkları  çizgisinde yol alır roman.  En açık örnek de ressam Feda ile dayısı, sosyolog  Duran Usveren arasındaki  dışlananlar ve imtiyazlılar  terkipleri arasındaki çatışmadır. Usveren  ve Feda bağımsız kişilikleriyle bir meydana konmuş iki silahşör gibidirler. Bunları vuruşmaktan alıkoyan önemli şey ise belki okuyucuya sayfalar sonra sezdirilecek bir duygu yakınlığıdır.  Ancak Feda ve ailesinin, o hep güzel ve üstün nesnelerle beslenmiş ve şımartılmış, ancak bütün bunları da alaya alabilecek kadar bağımsız kuzen Günce’yi kendi evlerinde ağırlarken  gösterdikleri  ölesiye saygı  insanın durduğu noktaları anlamak bakımından gözden kaçmamalıdır.

PARETO BANA IŞIK TUTTU

        Sosyal sınıflar konusunda Pareto’nun fikirleri bana ışık tuttu. Yükselen sınıfın eziciliğini, dünyanın elitler mezarlığı olduğunu söylemiş olması. Her yükselen sınıfın alttakini yok sayması da yine  aynı doğrultuda gerçekleşir. Benim  gözlemlerimse bunu doğrular.

           Kitapta geçen bir konuşmada, ekonomik krizin   ne olduğunu yeni yeni öğrenmeye başladı insanlarımız; eskiden gelecekte krizler yaşanabileceği tasavvur bile edilemezdi.” ifadeleri geçiyor. Ekonomik dönüşüme ilişkin başka çarpıcı tesbitler de var. Bu noktadan hareketle romanda, sosyo-ekonomik sorunlara ağırlık verdiğinizi söylemek doğru olur mu?

          Ağırlık değil de yer verdim. Bu meselenin de sınıf çatışmasında payı var.  İnsanlar yoksul veya işsiz oluşlarına kader gibi bakmasınlar. Bu durumu kendi başarısızlıklarına bağlamasınlar.  Burada bir sistem bozukluğu ya da yanlışlığı söz konusudur. Dünyaya egemen olan veya olmak isteyenlerin sömürü biçimlerinin buralara yansımasıdır asıl görülmesi gereken. Bu noktada sosyalistler gibi düşünürüm. Ancak dediğim gibi bütün bunlar romanın döşemesi, duvarları, kapılarıdır. Asıl girmek istediğim iç kısımdır.

HER DEVRİN ADAMLARI

        “Eski dünyanın hayal kırıklığına uğramış insanlarıyla  yeni dünya kurulamaz.” sözü roman karakterlerinin çoğunun arada kalmışlığını izah etmiyor mu?

        Hayat her şey gibi bir değişimdir. Dünle bugün gibi.  İnsanların da sabit, değişemez veya değişebilir eğilimleri vardır. Algıların karmaşıklığını  vurgulamam değişebilirlikler ölçüsündedir. İnsan, algıları, öğretilmiş  ve kendisine eklenmiş bilgi, eğilim, inanma ve istekler doğrultusunda  mutlu ve doygun  görünür. Ta ki,  bir engel veya yeni bir istekle karşılaşıncaya kadar… Bu isteklerine ya kavuşur ya da kavuşamazlar; bazen o çekici şeyi karalar, bazen yüceltir, bazen ona ulaşmak, bazen de onun benzerini  bulabilmek için değişik durumlara girerler. Bastırır, nefret eder, üzerine gider, savaşır, aklında iyilik yapmak yokken iyilik yapmaya ya da  kendisine yasak edilmiş bir şeyi meşrulaştırmaya başlar. İşte bu sebepledir ki ben insanların, farkına vararak veya varmayarak zaaflarına  yenilebileceklerini söylüyorum. Eski ve yeni dünya konusuna gelince; “Her devrin adamları vardır.” sözünü çağırıştırıyor bana. Fakat işte her devrin adamı olamayanlar da vardır. Hedeflerine erişemeyenler veya  devrin istediği, diyelim ki para, imtiyaz ve gösteriş gücüne sahip olamayanlar  yahut yüksek ideallerini gerçekleştiremeyip hem hayal kırıklığına hem de bir çeşit katlanma, değersiz kılınma cezasına mahkûm olanlar. İşte onlarda değişemeyen sabit eğilimleri bulabiliriz. Kendilerine değişimin çarklarında, o tuhaf dönme dolapta yer bulamazsa kaybolup gidecektir veya kendi acısının içine gömülecektir. Uyum meselesi burada da  karşımıza çıkar.  Fakat her uyum, doğruya varış değildir.

RESSAMIN ANKARA SEVGİSİ

         Yakup Kadri’nin Ankara romanından alıntılar yapıyorsunuz. Feda bu romanı neden okuduğuna bir türlü anlam veremiyor. Neden bu romanı okuyor Feda?

          Feda, Ankara’yı çok sevdiği, bir Ankara resimleri sergisine hazırlanmakta olduğu için bu romanı okuyor. Orada hatıraları, dede evi bulunmaktadır.  Ankara’yı trenleriyle, hercai menekşeleriyle, cumhuriyetin simgesi oluşuyla, başkent oluşundaki çabayla, yoz topraktan yeşerişiyle sevmiştir. Emperyalizme karşı direnmiş güçlü varlığı ve direnciyle… Yakup Kadri’nin üç dönemde şekillendirdiği Ankara’yı onun kalemiyle de tanımak ister. Kurtuluş Savaşı günlerini, cumhuriyetle birlikte aldığı yeni çehreyi, yazarın yeni hayatın içersindeki gözlemleriyle değişen insanlarını, sermaye sahiplerinin, daha alttaki esnaf gruplarını sile sile yükselişini o sayfalardan öğrenir Feda. Üçüncü bölüm ise geleceğin kurgusuyla yazılmış satırlardır. Kültür atılımları…Feda bu kitabı annesinin kütüphanesinde bulmuştur. Oradaki üst sınıftan Selma Hanımı da yadırgamış olabilir. Zaten Yakup Kadri de bu kadını seviyor sayılmaz.  Ancak Feda’daki Ankara ilgisi, bugünün çok değişmiş ve herhangi bir şehir yığınağı görüntüsünün ardında kalmış yumuşak ve sanatsal çizgileri yakalamaktır ressam olarak.

KELİMELER GÜÇ YİTİRMEZ

        Edebiyatta kelimelerin artık  o vurucu gücüyle  değil, inandırıcı olmayan, tellerimizi titretmeyen, son umut kırıntılarını da yok eden yanıyla kullanıldığına değiniliyor. Siz de kelimelerin eski gücünü yitirdiğine inanıyor musunuz?

          Kelimeler gücünü hiçbir zaman yitirmez. Boyalar aynıdır fakat yaptığınız tablo farklıdır.Yani malzemesi dil olan edebiyatta da kelimeleri nasıl kullanacağınız önemlidir. Anlatmak istediklerinizin etkisi bununla olacaktır. O sayfalarda konuşulan, yeni roman akımında belki insana hoşça vakit geçirtmekten başka bir şeye yaramayan, insanda kafa karışıklığına sebep olan, bilmece bulmaca kabilinden oyunlarla algılara şaplaklar  indiren türden kitapların bolluğudur. Hayır; kelimeler eski gücünü yitirmiyor yarı şeltoks yemiş haliyle kullanılıyor; okuyan da böylesi bir sersemlik içinde kalıyor. Orada profesörün demek istediği Nazım Hikmet’te, Sait Faik’te, Oğuz Atay’da, Abbas Sayar’da olduğu gibi zeka ve yürekle birleşmiş sözlerin sahiplerinin azaldığı noktasındadır. Yoksa kelimeler ustaların eline geçti mi her zaman yapacaklarını yaparlar. Demek ki onları doğru ve ustalıklı kullanmaktır önemli olan.

YENİ ŞAFAK KİTAP EKİ 
HALİME BİRAY    3 ŞUBAT 2010

Tarihin söylemediği çok şey var…

     Tillo’dan başlayıp Güneydoğu atmosferinde ilerledikten sonra İstanbul’a uzanan son romanı ‘Lacivert Taşı’ için Sevinç Çokum, resmî tarih dışında kalanları bulup söyleme isteğiyle yola çıktığını söylüyor

Sevinç Çokum, bir dil şöleni yaşatan son kitabında doyumsuz bir lezzet bırakıyor okurun dimağında. Eser, bir zamanlar bilim, sanat ve tasavvuf ehli insanların merkezlerinden biri sayılan Tillo’da (Aydınlar) başlıyor; Siirt, Bitlis, Diyarbakır, Mardin çerçevesinde, Güneydoğu atmosferinde ilerliyor ve  İstanbul’a yol alıyor. Sevinç Çokum’la hayatın sunduğu güzelliklere bakmamız  gerektiğini, sevginin yüceliğini, sanatın nasıl fışkıran bir diriliş olduğunu  vurguladığı Lacivert Taşı romanı üzerine konuştuk.

Lacivert taşının Hicret Bey’in manevi evladı Yadigâr tarafından  sebepsizce kaybedilmesiyle birlikte ailenin felaketi de başlamış sayılıyor. Önce sevdalı oğlun, sonra çerçi Hicret Bey’in ardından fizik ve gök bilimleri  öğrencisi evladın ölümleri bilinçli bir seçim miydi?

Lacivert Taşı, çocukluğumdan beri dinlediğim gerçek bir hikâyenin şimdi  hayatta olmayan kahramanlarından esinlenerek yazdığım bir geçmiş zaman romanı.  Anlamaya ve çözmeye çalıştığım bir muamma… Birbirine uyan ve uymayan  ayrıntılarıyla sanki yarım kalmış birtakım defterlerin dağılmış sayfaları gibi  bende kuvvetle yer etti. Yıllar içerisinde bu hikâye, ait olduğu coğrafyaya, Siirt ve çevresine gidip gelmelerimde yeni ekler ve anlatılanlarla şekillenmeye  başladı.

Niçin böyle bir aileyi romanınıza taşıdınız? Bu ailenin sizin dünyanızda bir yaşanmışlığı var mı?

Bahsettiğim hikâyenin bende bu kadar yer etmesinin sebebi, anlatılanlarla ailevi bağlarımın bulunmasıydı. Babamdan ve diğer yakınlarımdan dinlediklerimi biraraya getirip birleştirmeye çalıştıkça esrarengizliği daha da yoğunlaşıyordu. Hayatım boyunca hep “Nasıl yazılır” sorusu peşim sıra geldi. Tıpkı Hicret Bey’in, “Onu kaybetme” diyen sese kulak verişi gibi.

Romanın kişileri, 100 yıl kadar öncesinde kervanlarla çerçilik yaparak hayatını kazanan ve Cizre’deyken bir salgın hastalık sebebiyle vefat eden dedem, medrese tahsilli ve her biri sanata ve ilme yönelen oğulları; yani amcalarım, küçük yaşta İstanbul’a göç eden babam ile dağılan ailenin diğer üyeleri; babannem ve halalarımdır. Romanda adları değiştirilmiş olarak, karakterlerine ve yaptıkları işlere göre isimlendirilerek yer almışlardır. Bu geniş ailede Hicret Bey hayatın bilinmezliklerini keşfetmek üzere ticarete atılmış, gün görmüş ve
tecrübelerin bilgeleştirdiği, aynı zamanda akılcı bir insandır.

Yazının devamını okumak için tıklayın:
http://www.taraf.com.tr/haber/tarihin-soylemedigi-cok-sey-var.htm

Yusuf Çopur
10.01.2012 Taraf Gazetesi

Alda moru farketmek güzeli görmek demek

            On dört hikâyeden oluşan Al Çiçeğin Moru, kültür değişiminin pençesinde kaybolmakta olan erdemleri gündeme taşıyor

Sevinç Çokum, son kitabı Al Çiçeğin Moru’nda yok olan insani değerleri sorgulayarak çağın süregiden büyük trajedisine dikkat çekiyor. Çokum bir ustalık dönemi eseri olduğunu hemen belli eden kitabında  “Ya şimdi, bugün bir oda içinde geleceğini çözemeyen çocuk? Bu güneş, bu yasemin ve limon çiçekleri nereye gitti ?” diyor.

Al çiçeğin moru nasıl fark edilir?

               Kitabın çok boyutlu, birçok renge ve anlama yönelik bir ad olduğunu söylemeliyim. Moru mor olarak düşünmeyelim bir defa. Aslında her kırmızı bir mor oluşturabilir; maviyi, lâciverdi bulabilirse. Ve her morda görmesek bile, içinde bir kırmızının var olduğunu biliriz. Mor, öyle herkesin seçemeyeceği, ilk anda “Bu benim rengim” diyemeyeceği bir renktir. Demek ki farklılığın simgesi bir bakıma. Biraz gurur var onda, başkalık. Al renge, göze çarpıcı olduğundan hemen sarılabilir insan. İlk beğenişi ala yöneliktir. Ancak biz burada yan yana duran iki farklı renkten ya da birbirinin içinde var olan, fakat yan yana duran iki renkten söz etmiyoruz. Birbirinin içinde var olduğunu anlatan ve genelde al hâkimiyetinde fakat ona mal olmuş bir farklılıkla görülebilen bir mordan bahsediyoruz. Demek oluyor ki bu ifadelerden bir “farklılık” anlamı çıkarabildik. Daha sonra mor sözcüğünden Anadolu dilinde koyu rengin güzellikle eş tutulduğu gibi bir anlam da çıkarabiliriz.

             Bu bir Karacaoğlan söylemidir. Hoş söylemiş. Şiirdeki kız “Al çiçeğin moruyum.’ diyor. Demek ki daha güzeli anlatıyor mor. Koyu renk öteki açık renklere göre daha bir alımlı duruyor. İçersinde daha değişik renk karışımları taşıdığından yoğundur ve koyudur. Sağlam basıyor yere ve sıkı tutunuyor ve kırmızının gür sesine rağmen gösteriyor kendini.  Yaşanılan çağın gel-geç anlayışları, kemirgen ve her şeyi posaya çeviren bakışıyla fark edilmeyen bir mordur o. Aldaki morun fark edilmesi asıl güzeli ve farklıyı görebilmektir. Bu da tüketmeyle değil, koruma ve ona gözü gibi bakmayla ilgilidir. Bu kendini açıkça anlatmayan ad,  ancak böyle sembollerle ve dokundurmalarla açıklanmayı hak ediyor. Ben bu isim altında bizi yönlendiren ve içine alan sistemlerin, bize baş eğdiren metodların dışında kendi özgür irademiz akıl ve yeteneğimizle hayata bakmamız gerektiğini vurguluyorum.  Ancak, ağaca odun gözüyle değil de içindeki hayatı fark ederek bakmak farklı bir insan yapısına muhtaçtır.

“Sizin erguvanlara bakacak zamanlarınız yine de oldu. Su üstünde taş sektirecek zamanlarınız… Uzun uzadıya aşık oldunuz! Hemen içleri görünmedi duyguların. Hemen sonlanmadı. Bakışlarınız ıhlamurlarda, gülhatmilerde kaldı.” derken kimlere sesleniyorsunuz?

             Seslendiğim çocuklar, gençler bugün orta yaşa gelmiş olan, 1970′lerin başında tanıdığım öğrencilerim. Genelleştirirsek, 1940′lardan sonra 1970′lere kadar benzer ortamlarda yetişmiş, teknolojinin basıncını, sınav korkularını, “Ne olacağım?” gerginliklerini bugünküler kadar hissetmemiş olanlar… Gerçi savaşlar, dünya kirlilikleri ve baskılar her çağda var; ancak tohuma, havaya, yağmura, müdahale yok o çağlarda… Anlayışlar “Para kazan ve hükmet, ye, iç, savur!” çizgisine bunca ulaşmamış ve insanlar birilerine, dostum diyebiliyorlar. Aşklar sevgiler bu kadar çabuk renk değiştirmiyor ve bu kadar gelgeç havasında değil.

             Daha sonrası test çocuklarıdır,  dershane çocuklarıdır. Kuşkusuz masabaşı ve televizyon koltuğu çocukları… Sevdikleri filmler vurdulu kırdılı, dünyada olanların veya olmayanların o parçalama iştihasının ürünü şeyler. Hep bozar, havaya uçurur, parça parça eder. Ayaküstü yer, hazır paketlerle draje bilgiler verirsiniz, alır yutar. Sistem böyle istemiştir, böyle şekillendirmiştir onu.  Uzun bir hikâye dinlemeyi, okumayı sevmez, anlamaz; başka bir dilden konuşuyor gibi olursunuz. Bir kıza aşık olduğunu söyler, kız kamerasına düşmüş bir görüntüdür. Onu silmek kolaydır ve bir sandviç yemek kadar kolay.

              Burada yetmişli yılların öğrencileriyle yapılan bir kıyaslama var. O dönemde ben de öğretmenlik yapıyordum ve gençlerin daha özgür ve daha çevrelerine yönelik ince dikkatleri olduğunu gözlemleyebilmiştim. Sevgileri, merhametleri, içlerindeki istekler daha farklıydı, tarihi bir köşk olan okulun bahçesindeki erguvan ağaçlarından söz etmek bir roman sayfası gibi gelebilir bugünün gençlerine. Elbette yararlarına da inandığım bilgisayarlar karşısında adeta bir hücre mahkûmu gibi oturan günümüz gencinin asıl yaşananlardan, asıl yaşanması gerekenlerden ne kadar uzak olduğu da bir gerçek.

Peki, günümüz insanını bu yaşamdan uzak tutan nedir?

            Tohumların genleriyle nasıl oynanıyorsa insan yapısı da kumandalı aletle “Şöyle yap, böyle yapma!” komutlarıyla yönetilir hale geldi. Büyük bir dünya pazarının tüketicisiyiz bizler. Hayatın seyri ve insan yapısı değişti. Algılamalar da öyle. Küreselleşme bu akışın içinde yer almayı hızlandırdı ve ister istemez birbirine bağlı olarak dönen, parçalanan yoluna devam eden gidişi görüyorsunuz. Dünyanın hali bir büyük otelde hafta sonu manzarasını gösteriyor, yenilmiş, içilmiş, çöpler birikmiş, kırık dökük her şey. Kirli, yağlı ve mikrop saçıyor. Günümüz insanı kendi idraki ve kendi bakışıyla olumsuzlukları düzeltme çabasında değil. Kendine geleceği anda yeni bir şokla sarsılıyor, sersemliyor, herkes ne yapıyorsa dönüp onu yapmayı sürdürüyor. Kendinden geçiyor, sonra tam muhasebesini yapacakken yeni bir sersemleme…

İnternet çağının hızı ile akan öykülerde yoğun bir modernlik eleştirisi var kitabın bel kemiğini oluşturan tam da bu karşıtlık değil mi?

              Çağı olumlu ve olumsuz yanlarıyla eleştirmek daha doğru. Her sebep yeni bir başlangıcı doğurur ve hayat yeni şekliyle devam eder. Dünya bir değişimdir, bebek dünyaya geldiği andan itibaren büyümeye hatta yaşlanmaya başlar. Öyleyse yaşam biçimleri, düşünceler, anlayışlar, fikirler, yaşadığımız yerler, kullandığımız araçlar dünyanın egemen güçleri ve anlayışları da değişir. Bunlar olağandır. Durgun su, ona bir hareket vermezseniz bozulur ve kokuşur.  Ben modernizme ve değişime karşı değilim.  Bugün 18. 19. yüzyılın ağır ve derin hayatını geriye getiremezsiniz; ne var ki, yeni bir hamle kendinden öncekini yok etmeden kendini kabul ettiremiyor. Böyle olunca da değerli olan bir düşünce veya bir insan, bir sanat ürünü, insanî değer, arada kaynayıp gidiyor. Eğer bize sunulan hayat biçimleri,  insanı ve insanî değerleri tüketmek yolunda mesafe alıyorsa buna karşı durmak gerektiğini düşünüyorum.

Türk hikâyeciliğinin yaşayan en önemli isimlerinden olan Rasim Özdenören: “Yazar yaşadığını değil, tanıdığını yazmalıdır. Mesela bir hekime gittiğimiz zaman ona, sen bu hastalığı yaşadın mı diye sormamız ne kadar anlamsızsa yazar için de bu böyledir.”diyor. “Al çiçeğin moru” bu bağlamda nasıl bir yerde durur?

               Elbette burada önemli olan, kişinin kendisini soyutlayıp başka bir yana koyması ve yalnızca iyice gözlemlenmemiş, araştırılmamış sadece hayal gücüyle doğmuş kişi, olay ve durumları kaleme alması değildir. İnsan, yazdıklarının en önemli tanığıdır. Bu tanıklığı ya kendisi ya da çevresinde tanıdığı kişilerle ve onların durumlarıyla ilgili olarak yapacaktır.  Yaşamadığınız bir olayı veya bir durumu ancak kendinizde düşünerek, var sayarak ve etraflıca araştırarak yazabilirsiniz. Böylelikle inandırıcı olabilirsiniz. Çünkü eserde bana göre inandırıcılık en önemli hallerden ve özelliklerden birisidir. Kimi, neyi yazarsanız yazın, orada merkezde değerlendirmeyi yapacak olan, durumu belirli istikametlere götürecek ve nihayet kendinizdeki iç âlemden alacaklarınızla birleştirecek olan yine o merkezdeki sizsiniz.

Son dönemde çoğu öykücünün romana yönelişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Anlatmak istediklerinizi hangi türde daha iyi ifade ediyorsunuz?

              Roman her dönem biraz daha öne geçmiş bir türdür. Galiba roman okuyucusu orada bir bütünlük, bir hayat hikâyesi görmek istiyor.  Fakat günümüzde öykünün biraz geri plana itildiği de hissediliyor. Aslında iyi bir roman okumak yerine herkesin elinde görülen bir romanı okumak tercih edilmekte; tabii bu da edebiyata yapmacık bir ilgiyle yaklaşıldığını gösterir. Demek istediğim edebiyat hayatın içinde benimsenen bir dal olmak yerine,  özel bir ilgi alanı gibi kalıyor. Öykü bana biraz daha kapalı, içe dönük, yazarın kendi çiçekliğinde ürettiği bir ürün gibi geliyor. Roman ise parça parça tamamlanan bir büyük yapı. Al Çiçeğin Moru benim son yıllarda yazdığım hikâyelerdi.  Bundan sonra romana ağırlık vermeyi düşünüyorum. Ancak öykü türünde aklıma esip tek tük yazdıklarım olursa bir kenara koyarım, o kadar.

Yeni Şafak Aralık 2010
Hatice Sezgin

 

Sevinç Çokum’la  Yeni Öykü Kitabi  ” Al Çiçeğin Moru”  Üzerine…

Selim İleri’nin soruları:

 1)Al Çiçeğin Moru’nu, biliyorsunuz, çok severek okudum. Ama bir söyleşinizde bundan böyle  öykü yazmayacağınızı üstü örtük şekilde dile getirdiniz. Neden böyle bir tercihtesiniz?

 1) Sizin bir de güzel  yazınız yer aldı Radikal Kitap Eki’nde, tekrar teşekkür ediyorum düşünceleriniz için. Kesintilerle de olsa,  ilk kitabımı kendi yayınım olarak çıkarttığım 1972’den beri  vazgeçmediğim öyküler için romandan daha özel bir dünyanın ürünüdür diyebilirim. Şu güne kadar, öykü dalında 7 kitabım yayımlandı; 38 senede araya romanlar ve deneme türü kitaplar girdi.  Galiba tasarladığım romanlara zaman kalsın diye öyle dedim. Eğer otuz kırk yaşlarında olsaydım, daha önümde zaman var, diyebilirdim.  Al Çiçeğin Moru’nun kitaplaşabilmesi için yeni öyküler gerekliydi; onları yazmak, diğerlerini gözden geçirip bazı eklemeler yapmak beni epeyce yordu.   Aslında bu iki tür de zaman zaman birbirlerine ihanet ederler; Öykü, bazen  roman olabilecek bir  konuyu çalar, romansa  ancak hikâyenin sınırları içinde kalabilecek bir konuyu seçme gafletinde bulunur; o zaman da kaldırım taşlarını saya saya yol alırsınız. Kemal Tahir’in bu iki türü karşılaştıran sözleri vardı, galiba öykünün  hiçbir  zaman baştan sona anlatılan bir hayat hikâyesi olmaması gerektiği gibi…

           Birkaç yıldır  sosyal psikolojiyle ilgileniyor, bu dalın insanlar üzerindeki etkilerini ve önemini  romana taşımaya uğraşıyorum. Son yazdığım Arada Kalmış Tebessüm adlı romanda denemeye çalışmıştım. Roman için sadece hayat tecrübesi ve kendi gözlemleriniz yetmiyor, bilgi ve araştırma gerekli, bu da zaman istiyor. Öyküye gelince, hayatın kendisi size zaten her gün yazılmaya değer bir şeyler veriyor. Bana “Artık öykü yazmayacağım!” dedirten şey, konu bulma sıkıntısı olmamalı. “Bu alanda bu kadar yapabiliyorum.” demek mi istedim acaba? Belki… Böyle kesin ve kararlı hükümler vermiş olsam da bazen  onlara sadık kalamıyorum. Söz gelimi tarihi roman yazmayacağımı belirtmiştim; fakat şimdi yazmakta olduğum roman,  eski bir dönemi çevreliyor. Demek ki yeri geldiğinde ne yazacağınızı belirleyen durumlarla karşılaşabiliyorsunuz. Şimdi de hazırlanmakta olan  Doğu Öyküleri seçkisine konacak bir hikâye isteğine  olumlu cevap verdim. Öyle görünüyor ki, ara ara, tek tük  hikâye yazabileceğim.

2) Şunu da sormak istiyorum. Edebiyatımızın, eleştirimizin garip anlayışları var. Eskilerde hikâye romana sıçrama tahtası sayılır, adeta küçümsenirdi. Şimdi ise, hikâye romandan daha “sanatkârane” kabul ediliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

2) Hikâye  başlıbaşına bir tür olduğundan  romana sıçrama tahtası sayılamaz.  Ancak belirttiğiniz gibi öyle görenler olmuştur. Halbuki  edebiyatımıza sırf öyküleriyle ustalıklı eserler kazandırmış, romana geçmemiş veya bir iki roman örneğiyle yetinmiş yazarlar da bulunuyor. Öykü romana göre daha yoğun,  daha inceliklere açık elbette. Belki günümüzde  çoğu yazarın hikâyeden çok,  romanla ortaya çıkma telâşı  öykünün dışlanmasına değil de, biraz biraz yalnız bırakılmasına sebep oldu. Oysa dergilerde yine görülüyor, son yıllarda bazı seçkiler de hazırlanıyor. Merak ettiğim nokta acaba romanlarıyla bir çırpıda şöhret olan bir kimse, bir de hikâyeyi denese ortaya şöhretine yaraşır şeyler çıkabilecek mi? Benim dergilere hikâye yazdığım 70’li yıllarda bu dalın  çok fazla önemseniyor olmasıyla edebiyat değeri her zaman yan yanaydı.Yani bir yazar iyi hikâye yazabiliyorsa, o iyi bir yazardı. Demek ki öykü, edebiyatın önemli bir koluydu. Ne var ki şimdi 2010 yılındayız ve değişen hayat tarzımız, teknoloji hamleleri ve koşturmaca yaşayış sebebiyle insanların çoğu   inceliklerde durmaktan hoşlanmıyor. Hatta bu kuyumculuğu romanda yapmaya kalkıştığınızda midesini ayaküstü doyuran birine eş sabırsız okuyucu için neredeyse kitaba sözlükler hatta okumayı öğretecek kurallar veya bölüm açıklamaları ilâve edilecek. Neredeyse diyorum. Demek ki kültür değişimleri öyle paldır küldür değil, sesini duyurmadan olup bitiyor;  neden sonra fark ediyorsunuz.

3) Dilde, anlatımda baştan beri şiirle haşır neşirsiniz. Al Çiçeğin Moru’nda yer yer yine şiire yaslanıyorsunuz. Sevinç Çokum’un şiirle ilişkisi? Ayrıca, Türk şiirinde kimler size ufuk açtı?

3)   Ben de şiirle başlamıştım. Fakat anlatmak istediklerimi şiirle tam olarak anlatamadığımı gördüm. Yine de zaman zaman romanlarımda, bazen bölüm başlarında yahut iç sayfalarda bunlara yer veriyorum. Tabii kahramanlarım yazmış gibi…Bazen de cümleler şiir gibi oluyor. Beyaz Bir Kıyı adlı Fas hikâyeleri diyebileceğim kitapta çoğu yerde cümleleri alt alta koysanız, belki serbest  yazılmış şiirler ortaya çıkar. Fakat ben şiiri bütünüyle başardığımı söyleyemem. Hele o büyük ustalar varken… Eski şiirimizi de hep sevmişimdir; üç kelimeyle kocaman bir dünya  ortaya koyan tekke şairlerine kadar….

             Al Çiçeğin Moru ifadesini de Karacaoğlan’dan aldım. Karacaoğlan’ı dışa dönüklüğü ve yaşadığı zamana göre şaşırtıcı içtenliği ile sevmişimdir. Kendini saklamamış ve içten söylemiştir. Ancak şiiri îmalarla, size bırakılmış kelimelerle ve belirsizliklerle  söylemek te ayrı güzel. Behçet  Necatigil’in,

                                      Açıkpencerenden sıcak gece

                                      Düşer, hangirüzgâr attı

                                      Adını bilmediğin bir böcek

                                       Kıpırdaşır lâmba ışığında

                                       Uçar gider sana bakıp bir süre..

 demesi kadar,  belki bugün eskisi kadar hatırlanmayan,  -hatırlanmaması yine zamanın her şeyi bir kabın içinde öğütmesi yüzünden olan- Gültekin Samanoğlu’nun,

                                          Yenidendoğarmış insan

                                        Üzüntü başka yerden gelirmiş

                                           Ömre sığan kırk yamalı bohça

                                           Ümitlerimiz kadar fakirmiş…

 Sözleri,  bende aynı tellere dokunuyor. Şiir sonuç olarak öyküde olsun romanda olsun bana ruh olarak eklenen ve yön veren  akış…

Ayşe Sarısayın’ın  soruları:

1) Sevgili Sevinç Çokum, birkaç yıl önce tanıştık, ama çok daha eskilerden, ilk  kitabınız Eğik Ağaçlar’dan bu yana tanıyorum sizi. İkinci kitabınızı (Bölüşmek), 22 Mart 1974 tarihinde Necatigil’e imzalı ilk baskısından okudum ama Beşiktaş’ta, komşu sokaklarda oturduğumuzu çok sonraları, tesadüfen öğrendim. Necatigil’in  “Küçük,ahşap bir dizi evlerdi / On yıl önce o sokak. / Sonra geniş caddelere çıktık / Apartman sizden uzak” dizelerinde yaşayan Eski Sokak’lardan ayrılalı yıllar olmuştu. Barbaros Meydanı başlıklı bir yazısında değinmiş Necatigil o sokaklara ve size: Ihlamurderesi caddesine paralel, uzun bir sokaktı bu ikincisi. On yıl önce dediğim, şiirinin yazıldığı tarihten on yıl önce, yani 1963’te. Tuzbaba’ya çıkan dar sokaklar iç içe, inişli çıkışlıydı da, o Camgöz sokağı geniş bir cadde gibi düz, uzar giderdi (evleri yavaş yavaş yenileniyor tabii). Sokağın başlangıcına rastlayan ve çocuklarımın okuduğu Büyük Esma Sultan İlkokulu’nun hemen üstündeki o sıkışık sokakları, o minik minik ve izbe evleri, içlerinde yaşayanların iç dünyalarıyla tekrar yaşar gibi olmuşumdur Sevinç Çokum’un bazı hikâyelerinde. Ama belki de onun anlattıkları başka sokaklardır, olabilir. Ama işte “Barbaros meydanı halkı” asıl bu çevre sokaklarında oturanlardı.

             Pek çok öykülerinizde bu yaşantıların izlerine rastlandığını söylemek, bir yanılgı olmaz, değil mi? Büyük kentte tutunmaya çalışan kimi dar gelirli, yoksul, ezik insanlar. Sizin deyişinizle “üçüncü mevki insanları” nın yanı başında “mutluluk dolabı”na, eşyaya, sahip olduklarına sığınarak hayata tutunmaya, yalnızlığı aşmaya, ölüm korkusundan kurtulmaya çalışanlar da var, Akşama Balık Var öyküsündeki Aynur Hanım gibi. Özlemleriyle, umutlarıyla ve yaşama sevinçleriyle direnenler; Al Çiçeğin Moru’nu fark edebilen, erguvanlara bakacak, taş sektirecek zamanları olan kadın öğretmen, ince hüzünler…

           Kimi zaman yer yer ön plana çıkan bir ironi de seziliyor öykülerinizde. Örneğin Buluşma,Narçiçeği Nasıl Kokar ya da Sıcak Yürek öyküleri.. Çok ciddi meselelerden söz ediyorsunuz, savaştan, yokluktan ya da hastalıklardan, ölümden, ama bu kavramları tüm gerçekliğiyle ortaya koyarken, bir o kadar da hafifletiyorsunuz sanki. Katılır mısınız bu görüşüme? Eğik Ağaçlar’dan Al Çiçeğin Moru’na uzanan yolda –algım doğruysa eğer- bir yerlerde hep var olan ironin son dönemlerdeki yapıtlarınızda daha görünür olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

1) Şimdi bu anlattıklarımız “İç İstanbul oldu”. İç İstanbul, yani o merdivenli yokuşlar, soba kurumu kokan dar sokaklar, karşılıklı birbirine yaklaşmış, yol nereye dönecekse oraya doğru dönen ve zihnimize şahnişinlerini, eğreti soba borularını, yağmur oluklarından akan şakırtılı sularını,  kapı önünde oturan ihtiyarlarını bırakan evler… Köşe başında elektrik direklerinin dibinde konuşan, halleşen insanlar, donuk pencere aydınlıkları,  mahalleye, bir müzik parçası gibi ara ara ses veren çeşme suları… En çok gece konuşmaları, seslenişler, ıslıklar,  bir yerlerden dağılanlar… Neyse. Demek ki sizinle semtlerimiz gibi, okuduğumuz ilkokul da aynı. Ben de Necatigil’in  söylediği sokakları, Şenlik Dedeyi, Dizi Sokağı, Muradiye’yi, Akaretleri, şimdi babanızın adını taşıyan ara sokağı, Meddah İsmet’i, Tabakçı Hüseyin Yokuşunu, Uzuncaova’yı,  Tuzbaba’yı, Ihlamur Yolunu, Maşuklar Yokuşunu, Abbasağa’yı, Çırağan’ı  anlatmaya çalıştım. Ortak bir yaşanmışlığın izleri, tortuları… Son kitapta bile yine onlar…Demek oluyor ki ömrüm boyunca beni izlediler; nereye gidersem gideyim. Şu anda oturduğum Güzelce’ye kadar…

            Tabii ki bizim değer verdiğimiz ve yaşama sebebimiz olan şeylerin içleri boşaldı. Yerini bizim için bir boşluk duygusu alsa da belki hala avunabildiğimiz kelimeler, umutlar var. Aynur Hanım  bunlardan biri; tek farkımız onun paranın ve o ayarda ihtiyaçların kendisine yetebileceğini sanması. Belki o da anlamıştır; fakat çevresi ona sürekli “Yaşa tüket ve öteki güne geç!” düşüncesini telkin ediyor, belli bir iç hesaplaşma içinde. İroni galiba kafamda tasarladıklarımla gerçek hayatın her zaman birbirine uymadığını gördükten sonra ağır basmaya başladı. Herhalde Deli Zamanlar ve daha sonra Gece Rüzgârları romanlarımla… Belki kaybettiklerimi, gözümde büyüttüklerimi başka noktalarda görmek…Artık yüce fikirler yoktur, demek istemiyorum ama temiz sular bulandı demek istiyorum.

2) Yağmur Öncesi Soluksuzluğu öyküsünde “insan bir yaşa gelince hiçbir zaman yaşamamış gibi oluyor” diyorsunuz. “Yani yapamadıklarını düşünüyor, gerçekleştiremediklerini. Vazgeçmeyi öğreniyor sonra. (…) Kabullenmek… İnsanın en güç kararı.”

            Birkaç yıl önce Almancadan çevirdiğim bir romanda karşıma çıkan şu cümle çok etkilemişti beni: “Vazgeçmek, ne pahasına olursa olsun yapmamız gerektiğine inandıklarımızdan çok daha fazlasını sağlar bazen.” ‘Vazgeçmek’ üzerine çok kafa yormuştum o sıralar.  Hâlâ da önemlidir benim için, hayatın akışını belirlediğine, bugün durduğumuz yeri şekillendirdiğine inanırım.

             Şunu merak ediyorum: Öykülerinizin çoğunda ölüm teması çıkıyor karşımıza. Yaşlılık, hastalıklar, yaklaşan son ve nihayetinde ölüm… Ancak ölüm ne kadar ‘içeri’den yansıtılsa da, mesafeli ya da ‘dışarı’dan bir bakış da söz konusu sanki. Hayata dair kavramlardan herhangi biri olarak ele alınıyor, doğallıkla kabulleniliyor. Vazgeçmek ve kabullenmek, hırslardan, tutkulardan uzaklaşmak, kendiyle barışmak bir anlamda.  Ölüm söz konusu olduğunda, nasıl ilişkilendiriyorsunuz bu kavramları birbiriyle?

2) Kabullenişi herhangi  bir konuda baş eğmek anlamında almadığımı söylemeliyim. Vazgeçmek veya kabullenmek benim açımdan çok büyük çaresizliklerde başvurulacak bir yoldur. Söz gelimi ölüm ya da  kötü bir hastalık gibi. Bunların dışında  sizi mutsuz edecek ve bir türlü kabullenmek istemediğiniz  durumlar da vardır.Ümitsiz aşklar böyledir söz gelimi. Aşkı koruyan uzaklıktır, hayaldir, sembollerdir, kendi zanlarınızdır.  Vazgeçmek ilk bakışta bir yenilgi gibi gelebilir insana. Kolaya kaçmak, çekilecek ıstıraplardan, dile düşmekten velhasıl uğranılacak zararlardan kaçmak. Şöyle diyelim, insan tenha ve bahçeli evlerin sıralandığı bir yolda yürüdüğünde  çok mutlu ve hafiflemişken, ansızın  bahçelerin birinden bir köpeğin vahşice havladığını işitir, derken  üzerinde  buldok resmi ve “Dikkat köpek var!” yazısı bulunan  levha gözüne çarpar. İşte o zaman geriye döner ister istemez. Köpekleri sevdiğiniz halde  o ses ve levha başka bir uyarıyı iletir size. “Geriye dön!” der adeta. Dönersiniz. Ve daha huzurlu daha tehlikesiz bir yol seçersiniz. Bu da bir çeşit vazgeçmedir. Bununla birlikte  altedebileceğiniz, çaresizlikleri yenebileceğiniz durumlar da vardır. Söz gelimi kendinizi bütün varlığınızla adadığınız bir işte  başarıya ulaşmak konusunda talihsizlikler insanı yolundan döndürmemeli diye düşünürüm.  Altetmek dururken, razılık kişinin seçimi olmamalı; çünkü razılığın içersinde teslimiyet bulunur, kabullenmek teslimiyetten farklı olup gerçeği tanımak ve onunla yüzyüze gelmek şeklinde açıklanabilir. Bizi korkuların kıskıvrak yakalamasına izin vermeyen güç, vazgeçmektir.

              Vazgeçmek, gerçeği kabullenmekle yan yana durur. Ulaşılan her şeyin özlemi biter. Vazgeçmekse o özlemi yaşatır. Kabullenmek gibi değişmek te  bir bakıma hayata tutunmak demektir. Nietzsche’nin “Kabuğunu değiştirmeyen yılan ölür.”  sözünü önemli bulurum.Gerektiğinde değişmelidir insan, siz istediğiniz kadar direnin, meyveler sirkeye nasıl dönüşürse, yeni bir zaman, yeni oluşumlar sizi e içten etkileyip değiştirebilir..

3. Dünyanın Gurbet Halinde öyküsünün karakterleri Ednan Bey, Ulviye Hanım, Kanite… Ancak bir de otel var ki, başlı başına bir karakter. Büyük Londra Oteli, hep büyüleyici gelmiştir bana. Yıllar önce o havayı biraz olsun soluyabilmek için bir akşamüstü çay içmiştim orada, Edip Cansever’in Oteller Kenti’ndeki dizelerinin eşliğinde: Bir kuşluk vaktinin sarı solgun söylemiyle / Düşlerde görülen bir başkasının düşünden / Neden olmasın siz de geçiniz. (…)  İyi yaptınız, doğrusu çok iyi yaptınız / Siz sayın bayanlar, siz sayın baylar / Değil mi bundan böyle / Bir otel de sizin adınız.

              Kayıp hayatlar, kayıp geçmiş, kayıp kent. Tarlabaşı, Beyoğlu, Tepebaşı…  Ve tüm bu çağrışımların merkezinde Büyük Londra Oteli. Sizin için önemi nedir? Bu semtlerin, otellerin, özellikle de Büyük Londra Oteli’nin?

3.Beşiktaş, doğduğum ve aşağı yukarı 1967 senesine kadar yaşadığım semt. Daha sonra Çukurcuma’da ve Beyoğlu’nda oturduk. Sonrası Etiler’di; Farklı karakterde semtler…Bazı ufak tefek ortak noktalar Beşiktaş’la Beyoğlu arasında kurulabilse de Beşiktaş’ın  o dönem daha  içe dönük, daha uysal, fakat modalara açık olduğunu söylemeliyim. Oralardan ayrıldıktan sonra Çukurcuma’da  alt katı kâğıtçı olan, rengi dönük bir eski zaman apartmanına kiracı olduk. Cihangir, Firuzağa, Beyoğlu ile çevrili bir dünya… Önümüzde koca koca çınarlar, bir küçük cami, eskiciler…Paraca sıkıntılarımız olurdu fakat umutluyduk. Bazı akşamlar yemek olmadı mı, Fındıklı’ya iner, oradaki su iskelesinden balık tutar, geç vakit  eve döner, balık kızartıp karnımızı doyururduk.  Birkaç yıl orada oturduk ve daha sonra biraz ötemizdeki Cezayir Sokağına taşındık. Eskiden sadece gezmek, sinemalara gitmek, bir şeyler yemek, vitrinleri seyretmek, yakınlarımıza yılbaşı hediyesi almak için geldiğimiz Beyoğlu artık bütün ihtişamı ve sefaletiyle soluk aldığımız bir mekandı.

            Beşiktaş’tan sonra Taksim, Galatasaray, Tepebaşı, Tarlabaşı ile kaynaştığımda,  özellikle Tarlabaşı  o yıllarda o kadar salaş durumda değildi. Dünyanın Gurbet Hali veya Tarlabaşı’nda Sabah Oluyor, İnce Teller adlı öykülerim Tarlabaşı’nda  geçiyor. Bu kitapta ve daha öncekilerde, hatta romanlarımda mekan olarak  Beyoğlu benim için vazgeçilmezlerdendir. Tarlabaşı’nda Sabah Oluyor’daki Kanite Hanımın o tuhaf apartmanında  evlendikten sonra ailemizin ortanca kızı Saime Ablam oturuyordu. Sıkça gittiğim o apartmanda ve civardaki komşu apartmanlarda   çok renkli hikâyeleri olan tuhaf, romanlık  insanlar tanıdım. Rumlar ve Türkler İstanbul’un diğer yerlerinde olduğu gibi iç içe, dostça yaşarlardı. Doğudan, Güneydoğudan gelmeler daha sonra hızlandı. Balıkpazarına sık sık gider, alışveriş yapardım, bazen oradaki tarihi galetacıya uğrardım. İngiliz Konsolosluğunun ki biz o zamanlar Sefaret diyorduk, duvarı önünde  apayrı bir dünya vardı. Taksiciler, tombalacılar, çoraplarında karaborsa sigara taşıyan roman kadınlar, kadın alışverişi yapanlar hiç eksik olmazlardı. Sefaret ise kendi içine kapalı, esrarengiz ve suskundu.

             Aynı şekilde Tepebaşı Caddesindeki Büyük Londra Oteli olanca azametiyle hem caddeyi, hem de yan sokağı kaplamıştır. Biz buranın adını sanını Beşiktaş’tayken duyardık. Benim İnce Teller’e sızmış kahramanlarımdan Piyanist Ednan’ın  orada piyano çaldığını söylemişlerdi. Beşiktaş’ta konservatur vardı o zamanlar ve birçok müzisyen yetişmişti oralardan. Okula gidip gelirken Tuzbaba Yokuşunda caminin karşısındaki evlerin basamaklarına oturup dinlendiğimiz ve Tuzbaba Türbesinin önündeki mermerli pencereden  avucumuza tuz alıp yaladığımız çağlarımızda bazen  boynunda fuları, yüzü sinek kaydı traşlı ve saçları briyantinle taranmış şık bir ağabey geçerdi.  Tıpkı ingilizler gibi kibarca başıyla selam verirdi.  Onun da Londra Otelinin pavyonunda garson veya şef olduğunu işitirdik. Cambazların, Ihlamur çayırlığında  çadır kurduğu, orta oyuncuların, İsmail Dümbüllü gibi sanatçılaın geldiği ve Mehmet Akif’in  Seyfi Baba’sında anlattığı içine dönük, merhamet yüklü sokaklarımız yanında Büyük Londra Oteli, İngiliz Sefareti, Piyanist Ednan farklı bir kültürün taşıyıcılarıydılar. İster istemez bu farklılık ilgimizi çekerdi. O zamanları daha ayrıntılı biçimde hele sizlerle konuşmamız belki bir sohbette gerçekleşir diye düşünüyorum.

                  İki değerli yazarımıza gerçekten deşici soruları için sonsuz teşekkürler…

Dünya Kitap  Selim İleri  – Ayşe Sarısayın
                     7 ocak 2011

Röportajlar için 1 cevap

  1. CEMAL ARSLAN der ki:

    sevinç hanım bence siz yüz yıl önce o bölgede yaşayan ailenizin hatatını yazmışsın lacivert taşı’nda çünkü o kadar içten o kadar duygusal anlatmısız ki yoların , sokakların köylerin dağın taşın hepsinin adını teker teker yazmışsınve şimdi bile o çoğu yerlerin adı hala duruyo belki türkçe yeni isim alan vardır ama bizler romanda geçen adlarıyla biliyoruz hala sanki babanız orada yaşadıklarını anatmış ta sizde yazmışsınız yoksa bunun başaka şekilde olması imkansız ama ne olursa olsun helel olsun ancak bu kadar mükemel olabilir bir roman

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>