HEPİMİZİN ROMANI
Sevinç Çokum’un yeni romanı “Tren Burdan Geçmiyor”, usta gazeteci Nüzhet Fermanlı’dan yola çıkarak toplumu, insanları, aşkı çözmeye çalışıyor. Çokum’un tanıdığı kişilerden esinlenerek kurduğu roman, aslında yaşama dair bir kitap.
Nüzhet Fermanlı, inandığı doğ-rulardan asla vazgeçmeyen sıkı bir gazeteci. İnançları ve değerleri nedeniyle zaman zaman insanlarla çatışmak zorunda kalan ama yılmayan biri… Aysan ise henüz çok genç bir gazeteci. Ve Fermanlı’ya gönülden bağlı, onu hocası olarak görüyor. Aysan’ın kız arkadaşı Simay seramikçi; varlığını kurallara sıkışmış toplumun bir yerlerinden çıkarmaya çalışan… Sonsuz ise bir sokak şairi. Abukizm felsefesinin kurucusu! Tüm bu kahramanlar, Sevinç Çokum’un “Tren Burdan Geçmiyor” adlı romanında bir araya geliyor. Önce Nüzhet Fermanlı çıkıyor sahneye. Sonra Aysan, Simay ve Sonsuz… Her birinin yolları çakışıyor… Beraber hayatı, toplumu, aşkı çözmeye çalışıyorlar. Romandan önce aslında kitabın yazarı Sevinç Çokum’dan söz etmek gerek. Çok yönlü bir yazar Çokum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü mezunu. Yedi yıl kemanla klasik Batı müziği çalışmış ve İstanbul Amatör Senfoni Orkestrası’nda ikinci kemanlardan biri olarak görev yapmış. Türkoloji eğitimi sırasında Sosyoloji Bölümü’nü de bitirdiğini belirtmeli ve bir dönem Türkçe -Edebiyat öğretmenliği yaptığını…
Tarık Buğra desteği
Hikayeyle başlamış yazı hayatı Çokum’un. İlk hikayelerinden biri olan “Bir Eski Sokak Sesi”, Tarık Buğra’nın girişimiyle Hisar dergisinde yayımlandığında yıl 1972. Birçok öyküye, gazete yazısına imza atan Çokum’un 9 romanı çıktı, bugüne kadar. “Beyaz Sessiz Bir Zambak” ve “Yeniden Doğmak” adlı çalışma- ları da televizyona uyarlandı. Sevinç Çokum, Ötüken Neşriyat tarafından geçtiğimiz aylarda yayımlanan “Tren Burdan Geçmiyor” adlı son romanında, insanın içyapısındaki değişimleri ve derinlikleri anlatıyor, son birkaç eserinde olduğu gibi. Zaafları, duruşları, yoksullukları, üstünlükleri, aşkları, tutkuları ile insanı… Aslında bizi anlatıyor! Son derece güçlü betimlemelere sahip “Tren Burdan Geçmiyor”. Yazar her bir sahneyi en ince ayrıntısına kadar okurun gözünde canlandırıyor adeta. Roman kahra- manlarını, kişilik özelliklerini, duygularını yaratıcı üslubuyla ortaya seriyor.
Eski Anadolu Türkçesi
Dili, çok ilginç ve farklı Çokum’un. Bugün kullandığımız dile katkıda bulunmak amacıyla romanına eski Anadolu Türkçesi metinlerinden seçtiği bazı Türkçe sözcükleri eklemiş. Yunus Emre, Ercişli Emrah, Karacaoğlan’ın dillerinde geçen sözcükleri… Kitabın girişinde de bu söz- cüklerin ne anlama geldiklerini tek tek açıklamış okura. Mesela alda (hile, tuzak), delirek (delişmen), dölek (sakin, yumuşak), günülenme (kıskanma), yalabık (parlak), yörenmek (dolanmak)… Bu tercihinde Türkoloji eğitiminin büyük etkisi var şüphesiz. Ayrıca Türkçeye giren yabancı kelimeleri de Türkçeleştiriyor, faks değil de belgegeçer diyor. Gelelim romana. 40’lı yaşların sonlarında hoş bir adam olan yılların gazetecisi Nüzhet Fermanlı, romanın başkişisi. Ve onun artık hayalinde yaşayan aşkı İreni. Hayalinde diyoruz, çünkü İreni yıllar önce Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmış. Ve artık Nüzhet Fermanlı, belki de kendi beyninde yarattığı bir İreni’yle baş başa. Hep ona âşık, hep onu özlüyor. Tek başına bir hayat sürüyor. Kendi hayatı içinde, yüreğindeki o büyük aşkı çözmeye çalışıyor, bir yandan da inandığı doğrularını yitirmemeye çabalıyor.
Aysan ise henüz çok genç. Nüzhet Fermanlı’dan mesleğin sırlarını öğrenmeye çalışırken bir yandan da aslında hayatı çözme gayretinde. Yaşamın sırlarını, zorluklarını sokaklarda yaşayan Sonsuz aracılığıyla yakalarken, sevgilisi Simay’la birlikte ‘aşk’ın anlamını öğreniyor. Çokum’un tanıdığı kişilerden esinlenerek kurduğu romanı, aslında yaşama dair bir kitap. Ama kitapta aşkın esas olduğu da unutulmamalı.
YASEMİN BAY
MİLİYET KİTAP MART 2008
KÜRESELLEŞMENİN GÖLGESİNDE
TREN BURDAN GEÇMİYOR
“ Artık ideoloji yoktu. Bize gelebilecek yabancı ne varsa, ne olursa onu kapışmak… İşte buydu önemli olan. İthal muz, ithal tohum, ithal maymun, ithal şeker… Sanki bir gök taşı düşmüştü yahut atıkların karıştığı bir sudan içmiştik sanki… Havada uçuşan polenler gibi etkilemişti bizi. Etkilenmeyen hemen hemen yok gibiydi. Herkes eski kabuğun beğenmeyerek kimliğini ispatlamak kaygısındaydı. Köşe taşı insanların hayranlık merkezi olduğu bu savaşta herkes kendi payına düşeni aldı. s.39”
Bu sözler, yazımızın konusunu oluşturacak, Sevinç Çokum’un Tren Burdan Geçmiyor romanından değil. Yine aynı yazarın, yine Ötüken’den çıkmış olan bir önceki romanı Gece Rüzgârları’ndan. Küreselleşme adı altında, iyimser göz boyamalarla, yeni bir dünyanın sunulduğu, seksenli yılların ortalarından itibaren; değişen değerler, insan ilişkilerindeki kirlenmeler, medyanın bunu kullanarak kazanca dönüştüren tavrı ve bu dejenereliğe ayak uyduramayanların ya da direnenlerin kenarlara itilmesi, eksilmeler, eskimeler, tükenmeler… İşte Sevinç Çokum’un kalemini artık özgür bıraktığı, bastırılmış duyguların oluşturduğu yürek şişkinliklerini söndüren Gece Rüzgârları ve üç yıl aradan sonra yayımlanan Tren Burdan Geçmiyor romanlarındaki ortak temalar.
Ayrı ayrı bütünlüğünü koruyabilmiş, bağımsız olarak okunan; ortak temalar üzerinden hareket ettikleri için aslında birbirinin devamı niteliğinde, bir “ırmak roman” hüviyetine de sahip. Gece Rüzgârları’nın ana karakteri Süsen Divitçi’nin, Tren Burdan Geçmiyor’da, bazı karakterler arasında bağ kurmayı kolaylaştırdığı için önemini devam ettiren bir yan karakter olarak görünmesi de bu bağlantıyı güçlendirir. Ve çürüyen vicdanların simgesi Seher Gazetesi… Her daim ülkeyi –gizli ya da doğrudan- yönlendirenlerin safında, yayın politikasını onun rüzgârına göre ayarlayan, çıkarları için rahatça insan harcayabilen, iki romanın da ana karakterlerini buluşturan yayın organı. Süsen Divitçi, yazımızın bundan sonrasında asıl üzerinde duracağımız Tren Burdan Geçmiyor’un Nüzhet Fermanlı’sı ve Aysan’ı bu gazetenin çalışanları. Onların etrafında buluşan, medya dünyasından ve bu dünyanın dışından, bir kısmı –bilinçli olarak- karakter olmanın gerisinde bırakılmış, sadece yazarın fikirlerini okuyucuya iletmesine hizmet eden tiplerden oluşmuş zengin kadrosuyla, 1994 yılını çerçeve zaman olarak alan Tren Burdan Geçmiyor için, “bazı tespitleriyle yakın tarihe ayna tutmaya çalışan, siyasi boyutu da olan bir roman” diyebiliriz.
Üstelik Karaman 723. Türk Dil Bayramı Türk Dil Kurumu değerlendirmesiyle “Türkçeyi en iyi kullanan yazar” unvanı kazanan Sevinç Çokum; Türkçeye karşı kendini sorumlu hisseden, eserlerinde kullandığı dille Türkçeye sahip çıkan ve dil kirlenmesine tavır alan bir aydın olduğunu Tren buradan Geçmiyor’da da göstermiştir. Diğer eserlerinden farklı olarak bu romanında, Eski Anadolu Türkçesi metinlerinden seçtiği bazı kelimeleri de kullanmış, böylece onu büyük bir yazar yapan Türkçeye bir tür vefa borcu ödemiştir Tren Burdan Geçmiyor ile. Kimler yok ki romanda: Kalemiyle direnenler, rüzgârın yönüne göre kalemiyle kıvıranlar, hayata bir eski zaman penceresinden bakan ve İstanbul’un Osmanlıdan kalma hoşgörülü, incelikli yüzünü simgeleyen makaracı Albert, Hripsime, İreni ve diğer gayrimüslimler… Osmanlı ile modern zamanları birleştiren seramiğin mecram kırmızısında kendini aşmaya çalışan Simay, Rumların yetmişli yıllarda Cezayir Sokağı’nı terk etmesinden sonra, onların yerini alan Güneydoğulular, seksenlerle beraber çoğalan tinerci sokak çocukları… Memleketimden yürek burkan insan manzaraları…
Sevinç Çokum, kahramanlarını idealize etmemiş. Ama onları harcamamış da. Bütün zaaflarıyla, bütün erdemleriyle gösterirken onları, tarafsız bir kalem olmaya özen göstermiş. Zira Nasrettin Hoca’nın güldürmekten öte düşündüren, “Sen de Haklısın” fıkrasında olduğu gibi, herkes insanlıktan aldığı pay ölçüsünde kendine göre haklıdır. Bu yüzden Tren Burdan Geçmiyor romanını bitirdiğinizde, okur olarak çok şey söylemek isterken aslında, hiçbir şey söyleyemiyorsunuz. Sadece bütün bir hayatı, ayrıntılarıyla, farklı renkleriyle bir kitabın içine sığdırabilen ustalığa hayran kalıyor, şapka çıkarıyorsunuz. Roman boyunca karakterlerin üzerinden iki ayrı dönem Türkiye’si karşılaştırılmış. Özal dönemiyle birlikte, küreselleşme adı altında uç veren, romanın gerçek zamanı 1994’te (yazarın sözleriyle Bayan’ın yönetiminde) tamamen serpilen; değerlerde, insan ilişkilerinde ve hayata bakışta bir kırılmanın gerçekleştiği dönemle, atmışlı-yetmişli yılların Türkiye’si karşılaştırılır. Nüzhet Fermanlı ve Aysan bu karşılaştırmada merkeze alınır.
Nüzhet Fermanlı… Seher Gazetesi’nde uzun yıllardır köşe yazarı. Çıkıntı biri. Çıkıntıdır; çünkü kendi doğrularından ödün vermeyen, hala yetmişli yılların insani değerleriyle hayata bakan, halktan kendini soyutlamamış biri. Çevresindeki bazı köşe yazarları gibi “yazarken veya yazmanın dışında bazı işler üstlenmiş”lerden değildir. Hele “bu ülkenin nimetlerinden yararlanırken bu ülkeye kızan, halk halk deyip de halkı tanımlayamayan, halkın ilgisinden yararlanıp, halka sırtını dönen s.30”lerden hiç değildir. Bu haliyle kimine göre dürüsttür, kimine göre “suları tersine çevirmeye” çalıştığı için çıkıntıdır. Ancak doksanlı yıllarla beraber Nüzhet’te de bazı değişimler kendini gösterir. İlkelerinde olmasa bile,hayatı algılayışında. Artık ellilerine gelmesine rağmen “ hala bir yere oturtamamıştır hayatını, bir şeyleri heba olmuştur, harcanmıştır bir bakıma… s.16” Cep defterine “Her gerçek içinde bir masal saklar” diye yazması boşuna değildir. Onun, zaman sıçramaları yapılarak okura hissettirilmeye çalışılan, yetmişli yıllarda asılı kalmış gençlik aşkını, o vakitler geleceğine yürekten inandığı güzel günlere dair ideallerini özetler bu cümle. İreni, doksanlı yıllarda, artık bedeninden soyutlanmış bir aşkı simgeler sanki. Zamanlar üstüne çıkan, artık düşüncelerle, duygularla beslenen,”her dem aşktır” onun varlığı. Sanki İreni’yi kafasından silse, kalbinden atsa Nüzhet, kendi de gençliğini, gençliğinin değerlerini, insanlığını soyunacak; yaşlı, bencil bir bedene ve ruha dönüşecektir. Bu yüzden ailesiyle birlikte Yunanistan’a göçen ve yıllardır hiç görmediği İreni’nin varlığı Nüzhet için gereklidir. Artık riya kokan, çirkinleşmiş, sentetikleşmiş insani değerlerin arasında, hala güzel olana, inceliklerin varlığına inanmak için ihtiyacı vardır İreni’nin aşkına. Bu yüzden Rumların göç etmesinden sonra Güneydoğuluların yerleşmesiyle çehresi çoktan değişmiş Cezayir Sokağı’ndan bile ayrılmaz.
İşte bu bulanık düşüncelerin kavşağında yoluna çıkar Aysan. Zaman zaman bir aile kurabilseydi, sahip olabileceğini hayal ettiği oğlunun yerine koyduğu genç gazeteci. Nüzhet “ gençliğinin tutkularını, sapan ve kayan çizgilerini onda görerek, fakat daha aşırılarını görerek kendini yeniden onarıyordu. s.48. Ama yine de başka bir dünyanın insanıdır Aysan. Başka duyuşların, cinsellikle birlikte algılanan aşkların, zihniyetlerin Türkiye’sinin. Bugünün kuşağının bencilliğini, maymun iştahlılığını ve geçmişi yok kabul eden, ideolojilerden sıyrılmış zihniyetini taşır. Bu yüzden “ben geçmişi o kadar fazla düşünmem” der. “ Geçmiş bizi sürekli sorgular biliyor musunuz? Yakamızdan tutar, silkeler ikide bir. Onun için ben yaşadığım anlara bakarım. Her bir geride kaldıkça bana göre anlamını, hatta değerini yitirir. s.68” Bu yüzden Simay’la olan aşkını da çabucak harcayabilmiştir. Bu ilişkideki incelikleri kabul etse de, bir zaman geldiğinde, geçmişle bağını nasıl kopardıysa, Simay’la da koparabilmiştir. Bu yüzden sokak şairi Sonsuz’u ( asıl adı Sırrı’dır) başarı diye kendine sunulan yolda basamak yapabilmiştir. “Böylece insan malzemesini kullanan fakat insanla yürek bağı kuramayan akıllı gazetecilerden(!)” biri olmuştur. Hem de çağın hastalığı olan (artık kişisel gelişim kitaplarıyla da desteklenen) kendini sürekli aşma, kendini tükete tükete yükseklere tırmanma, değerlerini kaybederek kazanma adına yapmıştır bunları. Ve bir zaman gelmiştir ki “insanın yaşarken, insan olmasına değecek bir şeyler yapması gerektiğini” anlamış, bunu başaramadığını kabul etmesine rağmen, kendini bu düzenin akışına koyuvermiştir. Oysa Nüzhet, hangi yol seçilirse seçilsin “yurt sevgisinin” “memleket kavramının dokunulmazlığının” korunduğu, gençliğinden kalma duyarlılığı ile yel değirmenlerine saldıran Donkişot misali, bütün kayıplarına rağmen kazanan olmuştur. Bu haliyle Nüzhet’in, yazarın fikirlerinin sözcüsü olduğunu (belki de yazarın vicdanı) söylemek mümkün. Zaten yazar, kendi doğrularını – her şeyi önceden bildiğini sezdiren “yazar sesini” zaman zaman duyursa da- kahramanlarına yüklediği misyonlarla, onlara verdiği kimliklerle, söylemekten ziyade okura göstermeyi tercih etmiştir.
Sevinç Çokum, Aysan ile basın dünyasının yıllar içinde değişen yüzünü de gösterir okura. Artık “tipo baskıların gayretli, yorgun yüzlü işçileri” sonra “yazmakla sanki bir şeyleri kurtaracak, sanki bir değişim olacak da gülleri açacak” diye düşünenler ve “gazetecilik onuru, dürüstlük ve gerçeklik adına verilmiş sözler” yoktur. Çünkü acımasız bir küreselleşme gelmiştir ötelerden. “Şundan acımasız; sana bir şeyler verirken, senden bir şeyler alıyor.s17” Şimdi ise rüzgâra göre yönünü ayarlayan, dosdoğru değil de “yan yan” giden bitirim kalemler vardır. Aslında Nüzhet gibilerine de ihtiyaç yok değildir yazara göre: “O tür adamlar, çeşni açısından lazımdır. Öylelerini kurumda bulundurmak gerekir. En azından doğrucu kitlelere, ha bir de devlet ricalinden kimselere karşı inandırıcı olmak bakımından… s.33” Yine de devir Nüzhet’in devri değildir artık. Aysan’ın devrinde, insani ilişkilerin ağır yaralar aldığı, insanın sadece haber malzemesine dönüştüğü, artık yürek bağının kurulamadığı bir gazetecilik anlayışı hâkimdir. İnsanların üzerine basılır yükselmek için. Ama yükselen de gün gelecek, bir basamak olacaktır, bilinir. Aysan, kendine bile itiraf edemez, ama Sonsuz’u kullanmıştır. Üstelik halkı gerçeklerle buluşturmak adına yapmıştır bunu. Oysa Sonsuz, bir buzdağının görünen tarafıdır sadece. “Yaşanmaması gerekenleri yaşamış”, “abukist” bir şahsiyet. Onun gibi nice köprü altı çocuğu vardır, gerçekleri göstermek adına yüzlerine dahi bakılmayan.
Her şey birbirinin nasıl da tetikleyicisidir: Çarpık batılılaşma, yitirilen değerler, büyük şehrin varoşlarında köylülüğünü unutan, ama şehirliliğe de geçememiş, tutunduğu değerlerin çürümesiyle dağılan aileler, çocuklar ve kanayan bir yaraya dönüşen Sonsuz’un “abukizm” diye tanımladığı durum. Bütün bunlar, sokağa düşen kadınlar, çocuklar, medya için yara değil de merhemdir sanki. Sonsuz ise felsefi tarafı, ilginç şiirleriyle Aysan’ın televizyon programı, pek çok köşeyazarı için bu kirlenmişliğin içindeki en has malzeme. Ölümüyle bile Aysan’a basamak olmaya devam eder. Sonunda her şey bütün kararlılığımıza rağmen kontrolden çıkar. Birilerinin iyi niyeti, gün gelir birilerinin kötü niyetine malzeme olur. Yazar ne kadar Aysan’a kıyamasa da, tam anlamıyla ruhları boşalmışların, yan yan yürümeye alışmışların arasına koyamasa da onu, buzdağının görünmeyen tarafına toslamıştır. Aysan’ın vicdanı su alıyordur artık. Riya ve ikiyüzlülük, gün gelecek, onun da vicdanını çürütecektir. Çünkü “bütün bu pisliğin arasında tertemiz bir beyaz çiçek gibi kalınamaz. Bir yerinden bulaşırsın çirkinliklere. Yaşamak için bir unutuşa tutunmak zorunluydu. S.255”
Ancak şunu da itiraf etmeli ki, böylesine sivri, can acıtıcı ve yürek burkucu gerçekleri, genellikle sıcak renkleri kullandığı betimlemeleriyle törpülemeyi de başarmıştır Sevinç Çokum. Dış dünyayı o renklerle adeta modern bir ressam gibi stilize eden anlatım, daha ziyade hikâyelerde rastlanır detay ve incelikte. Bu da hikâyedeki başarısını çok daha evvel kanıtlamış bir yazarın, hikâyeyi romanına feda etmemesinin onurlu duruşudur bana göre. Romanlarda karakterlere ve temalara odaklanan yazarların, çevreyi, amaçlarına hizmet eden bir görsel malzeme olarak, sis bulutları içinde, gri tonlarla vermesine alışık okur bünyesi, bu ustalıkla oluşturulan renk cümbüşü karşısında, hiç zorlanmadan birkaç fırça darbesiyle kolayca harika tablolar oluşturan, doğuştan üstün yetenekli bir ressamın karşısında duyulan şaşkınlığa ve de (benim gibi) kıskançlığa düşüyor.
Galiba bazıları doğuştan yazar…
FUNDA ÖZSOY ERDOĞAN
TÜRK EDEBİYAT DERGİSİ MART 2008