Tangolar, nesneler, dönemler
Sevinç Çokum yeni yapıtı ‘İskele Gazinosu’nda 1950’lerin sonu, 1960’ların başında İstanbul’u anlatıyor. O günleri yaşamamış olanların ancak böylesi değerli kitaplardan öğrenebilecekleri, düşleyebilecekleri bambaşka bir İstanbul…
“(…) Mavilerin, pembelerin dönüşleri, omuzlardan sarkan yapma çiçekler, ondüleli, maşalı saçlara takılmış saten veya organze çiçekler, krizantemler, kamelyalar, nişan ve düğün konfetileri…” Sevinç Çokum’un yeni yapıtı ‘İskele Gazinosu’nu (Kapı Yayınları) okuyorum. Gecede keman sesi, ‘bir hatıra çiçeği ansızın’ karşımıza çıkıyor. Bütün bunlar Çokum’un çocukluğuna çok şey katmış –hangimize katmamıştır ki?!-, ‘donmuş bir tablo birden’ canlanıveriyor…
1950’lerin sonu, 1960’ların başında İstanbul, o günleri yaşamamış olanların ancak böylesi değerli kitaplardan öğrenebilecekleri, düşleyebilecekleri bambaşka bir İstanbul. Sevinç Çokum ‘Kayıp İstanbul’da da anlatır o günleri, daha çok kişiler açısından: Mutlaka okunmalı. ‘İskele Gazinosu’nda elbette yine kişiler var, anılardaki kişiler, iz bırakanlar, bir belirip bir kaybolanlar, sonraları bilinmeyen, maceraları öğrenilememiş kişiler. Ama daha çok, müzik ve nesneler var. Tango başı çekiyor, derken hüzünlü şarkılar, derken Amerikan sineması. Fonda toplumsal olaylar.
Sözgelimi Kore’ye, savaşa gitmiş bir subayın dönüşü, Beşiktaş’a, İskele Gazinosu’nun semtine. Artık aynı genç adam mıdır? Birden, Amerika’ya yerleşmiş Celâl İnce tango söylüyor: “Amerika Amerika/Türkler dünyada durdukça/ Beraberdir seninle/Hürriyet savaşında”. İronik sayılabilecek bu tangoyu hatırlayan yok belki. Sevinç Çokum’un hatırlatışı boşuna değil. O yılların izdüşümlerini yaşamış bizlerde etkisi derin: “Bu bir dostluk şarkısıdır”… Adamakıllı cızırtılı bir kayıttan, 1980’lerde ben de dinlemiş, âdeta irkilmiştim. ‘Kafes’te (1987) yazmaktan kendimi alamamıştım.
‘İskele Gazinosu’ yazarıyla kuşakdaşız. Belki bu yüzden pek çok sevdim bu anlatıyı, yazarı alıp nerelere savurmadı ki! Bununla birlikte o günlerin yaşamını, Türkiye’sini, o günlerdeki yaşama biçimini, özlemleri, gelecekten beklediklerimizi anlamak isteyenler için de kılavuz kitap ‘İskele Gazinosu’. Bugüne handiyse hiç benzemiyor, hep orta hallilik, hatta yoksunluk, hep küçük şeylerle sevinme, yetinme: “Hayatımız maltızlar, mangallar, gaz ocağı, ispirto ocağı, bildiğimiz süpürge otundan yapılan sarı süpürgeler, leğenler, kazanlar, çivit, çamaşır sodası ve kalıp sabunlar arasında geçiyordu.”
Dökümü, yansıması, çözümlenmesi bu günleri beklemiş. O günlerde geçip gitmiş çocukluğumuz, yeniyetmeliğimiz sevincini radyoda, çağrılı olarak gidilmiş bir düğünde, sinemalardaki filmlerde aramış. Arayışın ortasında; başta İstanbul, bütün büyük kentlerimizde ‘Amerikan rüyası’ görülmeye başlanıyor. Bir yandan da Amerika’da ‘meşhur’ olmak isteyen ses ve perde sanatkârları. Öyle denirdi: Ses ve perde… Çokum, Amerika’da bir dönem gerçekten ünlenmiş Neclâ İz’i anıyor, Beşiktaş’ta alçakgönüllü bir yaşamdan sonra. Hatırlıyorum: O günlerin Hayat Mecmuası’nda sık sık kapak olurdu.
Keşke diyorum, hem ‘Kayıp İstanbul’ hem ‘İskele Gazinosu’ bir senaryonun çekirdekleri olsa, İstanbul’un o yılları Sevinç Çokum’un kaleminden beyazperdeye yansıtılsa.
BİR ‘YALNIZ USTA’
‘Anımsamıyor Hiç Kimse’ (Kırmızı Kedi Yayınevi) –arka kapağında vurgulandığı gibi ‘yalnız ustalar’dan Sabri Altınel’in bütün şiirlerini bir araya getiriyor. Altınel’i 1960’ların sonunda Memet Fuat’tan öğrenmiştim: “Kendi yolunda, kimselere benzemeyen bir şair” diyordu, ön sıralarda görünmekten hiç hoşlanmadığını da belirterek.
Kitaba özlü bir sunu yazan Cevat Çapan “Böyle bir aydınlıkta dünyayı daha insanca bir gözle görme olanağına kavuşuyordu onun şiirini tanıyanlar” diyor. Altınel yaşadığı dönemde onun şiirini tanımayanlar ne yazık ki çoğunluktaydı. Bir bakıma, sessiz sedasız ayrılışla noktalandı bu şiir. Dilerim ki, şimdi yeni basım, gerçek şiirseverlerin ilgisini çeker.
Çok sevdiğim ‘Kentin Küçük Sokağı’ndan: “Tüm düşüncelerin gizlerin başladığı bu yerde/Doğumun başladığı ölümün başladığı/Yavaş yavaş yürüyen hüzün/Evlerden çarşılardan uzun öğle saatlerinde/Kan gibi akan çocuk gözyaşları gibi/Islak dar sokakları kentin çıkar boşluğa/Toprakta kuruyan yağmur gibi yiter zaman”…
SELİM İLERİ
HÜRRİYET KİTAP EKİ 17.05.2018
Sevinç Çokum’un şahitliğinde 1960’lar
Zor, Bizim Diyar, Hilal’i Görünce, Çok Yapraklı İlişkiler, Çırpıntılar, Deli Zamanlar, Gece Rüzgarları ve daha niceleri…
Türk edebiyatının usta yazarlarından Sevinç Çokum bugüne kadar pek çok romana, deneme ve anlatı kitabına imza attı, dizi film senaryoları kaleme aldı.
Çokum son olarak ‘İskele Gazinosu’ ile okurlarının karşısına çıktı. Kapı Yayınları’ndan çıkan İskele Gazinosu’nda Çokum, okurlarını 1960’lı yılların İstanbul’una götürüyor. Romanda, dönemin ruhu, heyecan ve tutkuları nostaljik bir havayla değil, her defasında kendi kendini okumalara açan bir anlatıyla kaleme alınmış. Nicedir duyulmamış bir şarkının hikayesi, geçmişte izlenmiş bir film ve oyuncuları, dönemin özgün modaları incelikle anlatılıyor. Çokum bu romanla okurlarını yakın geçmişin yaşantılarına tanıklık etmeye davet ediyor. Sevinç Çokum’un yazarlık hayatının ikinci romanı olan ‘Bizim Diyar’ ise yeni baskısını yaptı. Yine aynı yayınevi tarafından okura ulaştırılan kitap bir göç hikayesi etrafında şekilleniyor. Romanda, Osmanlı’nın kaybettiği Balkanlar’dan ayrılmak zorunda kalan bir ailenin dramı üzerinden bütün zorunlu göçlerin duygusuna temas ediliyor.
STAR GAZETESİ
30.04.2018
Gökkuşağı günler
Ne anlatıyorsa anlatsın, Sevinç Çokum’un Türkçesi billur bir su gibi, duru ve tatlı. Yer yer revnaklı ve “denizin geniş, ağır gelişli dalgaları” gibi etkileyici. Cümleye haysiyet ve zarafet kazandıran güçlü bir kalemi var.
Hilâl Görününce’yi (1984) ne vakit okuduğumu hatırlamıyorum. O zamanlar okuyup bitirdiğim kitapların son sayfasına tarih yazmak âdetim yoktu. Yayımlandıktan biraz sonra olmalı. Çünkü yazarın üçüncü hikâye kitabı Makina’yı (1976) 20 Ocak 1983 tarihinde satın almışım, bazı öyküleri beğendiğimi imleyen işaretler var sayfalarında. (Bir ayraç; kitabın son öyküsü “Eskimeyen Adam”ın hemen başında yer alan “Hey vatman efendi! Bu adamı tramvaya almayın!” ikazı nasıl etkilemişti beni. Sanki horlanan babamdı, emmim, dayım, “bizim diyar”dan herhangi biri. Unutamadım. Çok sonraları bir başbakanın, insanı insan olmaklığından utandıran “çıkarın bu hanımı buradan” mealindeki talihsiz ve tarifsiz ayıbını duyunca; hikâye kişisi Nimet Hanım’ın, köylü ve hamal diye horladığı Kadir efendi için sarfettiği o cümleleri hatırlamıştım. O zaman iyice ayırdına varacaktım ki, bu ülkede Nimet Hanım’la Abdülkadir Efendi’nin birlikte yaşama sorunu var, tahammül gösterememe hazımsızlığı var.) Diyeceğim, “Eskimeyen Adam” ve benzeri güzel öyküler Hilal Görününce’ye sevk etmiş olmalı beni. (Çok zaman böyle olur; iyi eserler, başka iyi kitaplara götürür.) O gün bugün, Sevinç Çokum adı geçince, bu roman düşer aklıma. Neden? İçeriğinden belleğimde bir şey kalmamış. Ama adı, “hilâl görününce”, ne hoş bir isimdir. Çok geniş, mistik çağrışımlarla yüklüdür. Hemen aklıma düşen, hilâl görünür ve “samanyolunda ziyafet”e çağırır bizi.
Şimdi önümde, yazarın birkaç gündür okuduğum İskele Gazinosu. Sevinç Hanım, aklının erdiği günlerden 70’lerin ortalarına kadar, çok az ileriye sıçrayışlarla, çeyrek asrın zihninde kalan görünüşlerini, figürlerini sergiliyor, tanıtıyor, anlatıyor. Yani yaşadıklarını, şahit olduklarını, tanıdıklarını, duyduklarını. Bir hatıralar bohçası açıyor önümüze. Başka hayatların, yakın uzak kişilerin, olayların öyküsünü katarak içine. Elbette bir ömür, sadece onu yaşayanınkinden ibaret olmuyor. Şahit olunan her olay, duyulan bir haber, çevrenizde bulunan akraba, arkadaş, dost veya uzak yakın kişiler; çeşitli öykücüklerle bu hayatı besleyip zenginleştiriyor. Sevinç Çokum’un çocukluk ve ilk gençlik yıllarında nasıl bir ömür sürdüğünü, nerelerden geçtiğini, kimlerini tanıdığını, nasıl yetiştiğini, hangi zevklerle yoğrulduğunu okuyoruz. Bununla birlik anlatıcının içinden çıkıp geldiği zamanların sanat eğilimlerini, modalarını, bilhassa müzikte neredeyse bütün dünya gençliğini etkileyen güçlü, popüler seslerini de tanıyoruz. Dönemsel alışkanlıkları dinliyoruz. Tarihî bir silsileyle anlatılmasa da, kitapta önümüze serilenler, rengârenk anılarla dokunmuştur. Fakat şurası da var, hemen her hâtıra, muhayyilenin ve hafızanın oyunuyla içine az biraz masalın, fantezinin, kurmacanın karıştığı bir anlatıdır.
YILDIRIM GİBİ GEÇTİ
İskele Gazinosu’nda; radyonun aileden biri olduğu zamanlardan, danslı tangolu nişan ve düğünlerden, parası az ama mutlu yaşamalardan, eskinin hemen atılmayıp işe yarar hâle getirildiği, söküklerin dikildiği bereketli ve kanaatkâr vakitlerden, masum aşklardan, büyük felâketlerden, alâmeti storlu siyah perdeler olan karatma günlerinden, konserlerden, daha birçok olgu, kişi, mekândan söz açıyor Sevinç Çokum. Daha ziyade dile gelen 50’lerin, 60’ların yaşantıları. Çünkü çocuklukta, ilkgençlikte zihne yerleşen ve kolay kolay silinmeyen gökkuşağı renkli, yıldırım süratli günlerin özlemi, ileri yaşlarda insanı yoklar durur. Yazar, bunları anlatırken varsıllaşmamıza rağmen geçmişteki birçok nesneyi, görkü yaşamalarımıza katarak zenginleşemediğimize hayıflanıyor haklı olarak. Mesela, dostlukların, komşulukların bir çeşit akrabalık duygularına dönüşerek yaşamayı tatlandırdığı, kolaylaştırdığı hâlleri terk etmemizin bugünkü yoksunluğuna değiniyor. Hâtıra yazılarının hâkim havası hüzündür; “bulutlu, kasvetli bir hava” gibi çöken, fakat diri tutan bir hüzün. Sevinç Hanım, insan çehrelerinden yansıttığı ışıklarla, güzelliklerle bu havayı tatlılaştırıyor. Yazar için mutlaka bir değeri vardır, kitaptaki bazı ayrıntıların; fakat bugünkü okuyucuya bir kıymet ifade ettiğini sanmıyorum. Çok hususi malûmatlar bunlar. Örnekse Ayten Alpman ile İlham Gencer’in 1953’te evlenmeleri, çocukları vb. Bunlar yerine, yazardan, yedi yaşındayken Torosları yayan yapıldak aşıp İstanbul’a ulaşan babasından geniş bahisler açmasını beklerdim. Yahut, yaramaz, çocuk, ergen, hoppa üç kız torunun eğlenmesine maruz kalan, Türkçe konuşamayan babaanneden.
JAPON GÜLLERİ
Ne anlatıyorsa anlatsın, Sevinç Çokum’un Türkçesi billur bir su gibi, duru ve tatlı. Yer yer revnaklı ve “denizin geniş, ağır gelişli dalgaları” gibi etkileyici. Cümleye haysiyet ve zarafet kazandıran güçlü bir kalemi var. Ancak uzak ve aydınlık bir rüyanın üzerimizde bıraktığı intibalar gibi, yer yer tesirli ifadelerle mest oluyoruz. Söz gelimi, altmış yetmiş sene evvelinin Yalova’sındaki Termal’i bir cümleyle gözümüzün önüne getiriyor: “Yaklaştıkça bir mücevher kutusunun kapağı açılıyor ve yastıklar üzerine işlenmiş, binbir gece masallarının alacalı renklerine, çiçeklerine, yelpazelerine ve tütsülerine kavuşuyordunuz.” Sonra Yalova’nın “insanı deli eden” çiçeklerini betimlediği cümleleri. Görür gibi oluyoruz ortancaları, japon güllerini, nilüferleri, boru çiçeklerini, rozet çiçeklerini ve “koyu yeşil yapraklarının üstünde kıpkızıl yükselen ateş çiçekleri”ni.
Editör yahut son okumayı yapan kişi yeterince özen gösterememiş mi ya da ne yaparsanız yapın baş edemezsiniz yazım yanlışlarıyla mı demeli, bilemedim. Sayfa düzeni yapan kişi (tasarımcı), çok küçülttüğü için bazı fotoğrafların birçok hususiyeti kaybolmuş. Hâlbuki her yerde göremeyeceğimiz, bulamayacağımız fotoğraflar. Böyle görsel malzemenin yer aldığı kitaplar daha nitelikli bir kâğıda basılmalı. Bu hâliyle bazı fotoğraflar için, konmasa daha iyiydi, demek gerekiyor.
STAR GAZETESİ
10.05.2018
“Savruk fakat güzel günlerimizden geriye kalan bir sahil bekçisiydi, İskele Gazinosu. Onun dans pistinde dolandığımız günler, çocukların çelenklerden çiçek söküp aldıkları düğünler hepsi sahneye konmuş gelgeç ömür parçalarıydı demek. Hepimiz o sahnede durmuş, rolümüzü oynamış, şarkımızı söylemiştik. Sonrası ayrılıklar işte…”
Sevinç Çokum’un yeni kitabı “İskele Gazinosu”nun adını duyduğum anda, daha kitabı görmeden “Beşiktaş iskelesindeki gazino olabilir mi?” sorusu geçmişti aklımdan –sorudan çok, bir dilek belki… Çocukluğumun bende en çok iz bırakan mekânlarından biriyle, içine hiç girmediğim, hep uzaktan bakarak hayaller kurduğum masaleviyle yeniden buluşma isteği…
Kitabı okuduğumda bu dileğim gerçek oldu. Çocukluğu Beşiktaş’ta, Tuzbaba civarındaki Meddah İsmet sokağında –ki bizim yaşadığımız, adı sonradan “Behçet Necatigil Sokağı” olarak değişse de bende her zaman “Eski Sokak” şiiriyle yaşayan Camgöz sokağının hemen yanındaydı bu sokak- geçen Sevinç Çokum’un söz ettiği gazino, vapur iskelesinin üst katındaki lokaldi. Üsküdar’dan geç saatlerde eve dönüşlerimizde vapur iskeleye yanaşırken burnumu cama dayayıp izlediğim, göz alıcı ışıkların yanıp söndüğü ve yaklaştıkça müzik seslerinin duyulduğu bu mekân, gerçekdışı bir masalevi gibi gelirdi bana.
Yıllar önce çok severek okuduğum “Hevenk – Kayıp İstanbul” adlı anlatısının devamı gibi algıladığım “İskele Gazinosu”, Beşiktaş’tan başlayarak yazarın yaşadığı diğer semtlere, Yıldız’a, Çukurcuma’ya, Beyoğlu’na doğru yol alıyor; okuru bu semtlerin artık geçmişte kalmış yaşama biçimleriyle, insanlarıyla ya da mekânlarıyla buluştururken, yazı yolculuğunun yanı sıra öykü ve roman kahramanlarının ya da mekânlarının da izini sürmemizi sağlıyor. Kimi zaman bir radyo ya da oradan oraya taşınmalarda ayağı kırılmış bir çini soba oluyor bu anlatının kahramanı, kimi zaman eskilerden bir komşu hanım, bir ses ya da sinema sanatçısı, hatta bir tango ya da eski bir Türk filmi. Bazen Cumhuriyet tarihinin darbeleri çıkıyor karşımıza, bazen de unuttuğumuz depremler ya da sel felaketleri. Unuttuklarımız, unutmak istediklerimiz ya da unutmamaya çalıştıklarımız. Gülümseyerek ya da acıyla hatırladıklarımız. Ne çok anı, geçip gitmiş ne çok hayat!..
Kaleminize, emeğinize sağlık sevgili Sevinç Hanım…
AYŞE SARISAYIN
09.05.2018
İSKELE GAZİNOSU
Sevinç Çokum’un anılarını içeren İskele Gazinosu adlı yapıtı Kapı Yayınları arasında okura ulaştırıldı.
“Memduh Ün’ün yönettiği 1958 yapımı Üç Arkadaş filminde işte böyle İstanbul görüntülerinin siyah beyaz fotoğrafçılarından birini temsil eden oyuncu Salih Tozan ve diğerleri rolleri ve karakterleriyle Türk sinemasının en iyilerinden birini gerçekleştirmişlerdi.” (s.125)BİR YAZARIN İZİNİ SÜRMEK
Sevinç Çokum yaşadıklarını okurla paylaştığı İskele Gazinosu adlı yapıtı ülkemizin yakın geçmişiyle birlikte Sevinç Çokum’un sanat yaşamını özel yaşamıyla birlikte veriyor. Türkiye’deki sanat alanında ilkleri görebiliyoruz, onun anılarında. Örneğin ilk caz sanatçılarımızı…
İskele Gazinosu aynı zamanda Sevinç Çokum’un yapıtlarının ve sanat yaşamının izini sürme kitabı olduğunu da söyleyebiliriz. Yazar, Beşiktaş’taki evlerine taşınmalarından başlayarak Kanuni’den izler taşıyan ve Tren Burdan Geçmiyor adlı romanının geçtiği Cezayir Sokak’taki evlerinden ayrılmalarına kadar geçen süreçteki günlerde ortaya çıkan yapıtlarıyla ilgili değerli ip uçları da veriyor.
“Cezayir Sokağı’nda kaç yıl yakınımızda bir eski saray olduğunu bilmeden yaşadım. Birbiri içine girmiş binalar arasında böylesine özenli bakımlı geniş yeşil bir bahçenin ve mimarisi hayranlık uyandıran ir yapının olduğunu ancak çok sonraları öğrenmiştim. Sarayı Fransız İhtilali’nin ulusal bayram olarak kutlandığı ve yazarların da da davet edildiği bir 4 Temmuz günü öğrenebildim. ..” (s.193)
KORE SAVAŞI VE NATO’YA GİRİŞ
Sevinç Çokum anıları yapıtlarından çok uzağa düşmediği görülüyor. Tıpkı yapıtlarındaki yaşanılan acı tatlı ülke geçmişini anılarından aktarıyor. Kore Savaşı’na katılmamız ve Nato’ya girişimizi ise oldukça canlı olarak veriyor. Kore Savaşı’nda dönemeyenler, kayıplar ve dönenler… Dönenlerin içler acısı durumunu yakın çevresinden anlatıyor.
“ABD daha önceden müracaat ettiğimiz Nato’ya üyeliğimizi bu savaşa katılmamızın karşılığı olarak (18 Şubat 1952) bir hediyeymiş gibi sundu ve böylece Türkiye’de üs kurup asker bulundurmak gibi kökleri bugüne uzanan ve bağımsızlığımızı zedeleyici bir konumu elde etmiş oldu.” (s.50)
Sevinç Çokum İskele Gazinosu adlı anı kitabında yakın döneme ilişkin anılarını paylaşarak hem bir yazarın geçmişine hem de bir ülkenin geçmişine ilişkin önemli bilgileri paylaşıyor.
01.05.2018
Mustafa ASLAN