Lacivert Taşı

İnsan bu yanlışı hep yapacak mı?

         Hicret Bey’in devesinin boynunda asılı olan, birliğin ve dirliğin sembolü Lacivert Taşı kayboluyor…

        “Ayrılıklar kadar insanın kalbine derin koyuluklar veren ne var dünyada? Onlar yürek katmanlarına siner, is nasıl sinerse evlere, odalara, ocak kokusu gibidir ayrılık. Çıkmaz içinden.” Sevinç Çokum’un yeni romanı ‘Lacivert Taşı’nda böyle söylüyor Hicret Bey. Yaşananları ve yaşanacak olanları böyle öngörüyor kahramanımız, usta yazarın önce suda yüzen, sonra suya çarpan kelimeleriyle…

       “Ben bir çerçiyim. Kırık bir aynanın ardından hayatın içine daldım ve önümde bir duvar yıkıldı… Ben yürüdüm ve korkmadan yürüdüm. Önüme çıkacakları, göğsüme vuracak dalgaları, üstüme düşecek kayaları kabullenerek kendi elimle açacağım çukurlara düşebileceğimi bilerek. Bir duvarı yıkıp yürüdüm. Aklın aczini değil, gücünü görerek” diyerek başlatıyor hikayesini Hicret Bey. Vakit, 1900’lü yılların başları. Siirt’te kadını Telli Hanım ve altı çocuğuyla yaşayan Hicret Bey’in anlatısıyla başlıyor roman. Zor zamanlar. Osmanlı tarih sahnesinden çekilmekte, ülke dört yandan işgal altına giriyor, anadolu tarihinin en büyük sancısı savaşı yine büyük acılarla yaşıyor. Ve okur roman boyunca, bir aile etrafında dönem koşullarını, yaşam biçimini, geleneklerini ve gerçeklerini bir resme bakar gibi pürüzsüz izliyor.

‘Onu kaybetme’

        Yaşamını kervan ticareti yaparak kazanan Hicret Bey, yollarda olduğu bir gün Yadigâr’la karşılaşıyor. Bu küçük Kürt çocuğu, bırakmıyor ardını ve onu baba belliyor. Önce direniyor Hicret Bey bu çocuğun ait olma yakarışlarına ama sonrasını “’Onu kaybetme! Onu kaybetme…’ diyor bir ses. Uzak fakat içimde gibi…” sözleriyle anlatan Hicret Bey, içinde büyüyen sevgiye daha fazla karşı koyamıyor. Bu günden sonra Yadigar, Hicret Bey’in ailesinden biri oluyor. Okurun her satırında bir sonraki satırın gizemine kapıldığı romanda sükunet uzun sürmüyor. Hicret Bey’in devesinin boynunda asılı olan, birliğin ve dirliğin sembolü Lacivert Taşı bir gün kayboluyor. Ne kadar arasalar nafile, taşı bulamıyorlar. İçlerindeki sıkıntının yaşamlarına yayılması da gecikmiyor. Etrafta çoğalan kötü olaylar, bu rengarenk aileyi yavaş yavaş yasa boğan ardı ardına ölümler… Bir yanda da Lacivert Taşı kayıp bir halkın acıları… Osmanlı’nın çöküşü, toprakların her yandan işgali, Sarıkamış’tan gelen yürek kaldırmaz haberler…

       “Sonrası yine savaş… Bu defa Balkanlar’da… Bulgarlar Çatalca önlerine kadar gelmişler. Yeniliyoruz. Ordu dağılmış, çözülmüş! Ne acı. Savaş savaş… İnsan bu yanlışı hep yapacak mı?”

        Üç bölümden oluşan romanın ilk bölümünün anlatıcısı Hicret Bey.Hicret Bey’in bıraktığı yerden sonrasını ailenin büyük oğlu Devran, onun ardından da Yadigâr devralıyor.  Sevinç Çokum’un diğer roman ve öykülerinin damakta kalan tadı, ‘Lacivert Taşı’nda da kendini gösteriyor. Her üç anlatıcının kendilerine özgü dilleri, yazarın şiirsel kalemini bu üç farklı karakterin diline öyle ustalıkla harmanlaması, her anlatıda duygu yoğunluğunun, edebi doyumun ve hikayeyi “izleyişin” boyutlarını da artırarak okuru daha güçlü bir tanık haline getiriyor.

         Türkiye’nin üslubu kendine has yazarlarından Çokum, roman içinde masallarıyla dönem inançları, dönem hikayeleri ve bakış açılarını romana çiğ durmayan bir biçimle serpiştiriyor. Kelimelerin zihninde görüntüleri öyle bir doğallıkla oluşturduğu romanın sonlarında, Yadigâr’ın “Ateş söner, duvarda is kalır” sözleriyle ortak bir hüzün yerleşiveriyor okura; Sevinç Çokum’un ustalığı da yürekte yerini bulmuş oluyor.

ÖZLEM KARAHAN/ RADİKAL GAZETESİ
20/01/2012

Sevinç Çokum, bu kez kendi ailesinin hikâyesini anlatıyor…

        Sevinç Çokum, son romanı ‘Lacivert Taşı’nda Tillo’da yaşayan bir çerçi ailesinin dağılışını Osmanlı’nın dağılışıyla eş zamanlı anlatıyor. Taş, ülkenin bütünlüğünün simgesi. Lacivert taşı ise, iktidarın ve arınmanın. Onun kaybolması, felaketler zincirinin başlangıcı demek.

       Bir romana kaç dünya sığar? Kaç insan, kaç hikâye, kaç efsane, kaç çiçek, kaç ırmak, kaç aşk? Ve hepsi ahenkle, kol kola, göz göze, incitmeden, gücendirmeden nasıl yürür? Ah hele kurumuş bir dal, suyu çekilmiş bir nehir gibiyse içimiz, bir roman nasıl yeşertir, adı sanı duyulmamış kuşların cıvıltısı, ırmakların çağıltısıyla deve katarlarına katıp da, dağ başlarından, ıssız ovalardan nasıl aşırır bizi? Yanımızda hep umuttan, cesaretten, gayretten, insanların bilinmezliğinden, iyinin içindeki kötü, kötünün içindeki iyiden, ilimden ve marifetten bahseden bilge bir kadın sesi; “Her şey ve evren bir bütündür.” Ve dilimizde dokunaklı bir türkü; “Bir kez koyulmuşum bu yola, bir kez yollara geçmiş gölgem…”

         Her kitabında ayrı bir âleme kapı aralayan Sevinç Çokum, yeni romanı ‘Lacivert Taşı’nda, işte böyle, ‘gerçek’ hikâyelerle örülü; ama efsanelerden, rüyalardan el almış, masalsı ve biraz da tekinsiz yollara sürüklüyor okuru… Bildiğimiz yollarda işimiz ne zaten! Böyle yazıyordu defterine Hicret Bey; “Babam gezgin olmamıştı, merak ettiği uzak bir yeri görmeye koşmamıştı, yıllardır bu sular hep aynı akmıştı onun için, bu ağaçlar oldukları yerde kalmıştı…” Ona böyle söyleten yazar farklı mı düşünür: “Romanda beni cezbeden şey bilinmezlikler oluyor. O bilinmezlikler için verdiğim ceht, bana bir şey kazandırıyor aynı zamanda.” Kitabın en ‘baba’ karakteri Hicret Bey bir gezgin değildir görünüşte, bir çerçidir; ama ‘dünyayı gezip görmek için tutuşan, zivzik narı gibi sağa sola saçılmak isteyen’ bir çerçidir. Annesi Sabah Hanım da oğlunun ‘ticaret aracılığıyla hayatı, şehirleri tanımak istediğinin, bu mazbut ve ölçülü yaşama şeklinden pek hoşlanmadığının’ farkındadır. Hem çerçi dediysek, uzak dağ köylerinde katırıyla bir başına dolaşan gariban gelmesin aklınıza. Hicret Bey, ‘bey’dir gerçekten, hatırlıdır, bilgili ve merhametlidir, deve katarlarıyla İpek Yolu’na koyulduğunda rüzgâr kardeşidir, toprak yoldaşı, heybesinde de yok yoktur hani; “değerli kumaşlar, gümüş kemerler, küpeler, bilezikler, yaseminden, abanozdan, sedef ve yıldız taşından tesbihler, fildişi, gümüş kaşıklar, taraklar…”

        ‘Lacivert Taşı’, evini işte bu pek zahmetli; ama asla vazgeçemediği çerçilikle geçindiren Hicret Bey’in ve onun kalabalık ailesinin romanı… Ailenin her ferdi, önceden tanıştığınız ya da gün gelip tanışacağınız biridir sanki… Duyguları, iç hesaplaşmaları, konuşmaları, hayata bakışlarıyla kanlı canlı kişiler… Fonda, lüzumunca yer alan yakın tarih anlatısı da toplu bir resmi değil, Osmanlı Devleti’yle birlikte çatırdayan dostlukları, endişeli yüzleri, isyanlar ve ayaklanmalarla yerinden yurdundan edilen insanların çilesini görünür kılıyor. Sevinç Çokum yazı macerası içinde ayrı bir yere koyuyor bu romanı zaten: “‘Deli Zamanlar’la birlikte roman tarzım değişmiştir. Daha çok içe bakan bir insan haline gelmişimdir. İlk tarihî romanlarımdaki kişiler daha resim gibidir, karakterler, dört dörtlük, kahraman tiplerdir. Gerçi sıcak tarafları da vardır; ama iç dünyalarını bu derece açmazlar okura. Bu romanda farklı bir hayatiyet olmalıydı, zaafları olabilen, kendileriyle hesaplaşan insanlar…” ‘Lacivert Taşı’, ilk tarihî romanları için ‘Şimdi olsaydı başka türlü yazardım.’ diyen Sevinç Çokum’un ‘şimdi başka türlü yazdığı’ bir yakın tarih romanıdır ve o günkü hadiselerin ucu bugüne uzandığından, çoğu satırlar, altı çizilerek okunmalı, bir yerlere yazılmalı, saklanmalı, yok yok, duvarlara filan asılmalıdır. İlk sayfalardan son satıra dek, hep olumlu bir karakter olarak yürüyen, yollarda nice kayıplar verilse de hiç yitmeyen Yadigâr, ülkenin vazgeçilmez unsuru ‘Kürt’leri temsil etmektedir söz gelimi.

         Ve Hicret Bey, çocuk Yadigâr’ın kimliğini sorgulayan yol arkadaşını bakın nasıl paylamaktadır: “Etinin, kanının tadına mı bakacaksın, ne edeceksin kökünü, tohumunu be Sahra? Sert rüzgârlar senin yüreğini de kavileştirmiş, hatta mühürlemiş! O bir insan yavrusudur. İki ayağı, iki kolu, iki gözü…” Bugün nasıl da muhtacız, yan yana durmamızın lüzumunu eprimiş, sünmüş kelimelerle değil de edebi incelikle anlatanlara; Hicret Bey’lere, Telli Hanım’lara… “… Biz hepimiz bir arada, yoğrula yoğrula, bekleye bekleye olduk ve piştik. Unu, mayası, tuzu, suyu bir arada. Pişmiş ekmekten tuzu çıkar bakalım kolaysa…” “Bak oğlum, biz bu memlekette işte böyle demetlerce yaşıyoruz. Renklerimiz birbirine pek uyar. Pek hoş durur. Sen Kürdi, Ben Arap, Devran’ımın gönül verdiği Bahar kız, Türk’tür…” Kitabın adının ‘Lacivert Taşı’ olması da bu minvalde değerlendirilebilir. “Taşı ülkemizdeki bütünlüğün bir sembolü olarak kullandım.” diyor yazar, tabiatın her parçasından hatta insandan bir şeyler almış taşlar gibi, sapasağlam ve muhkem durmamızın zorunluluğu…

Güneydoğu kimsenin inhisarında değildir !

          Sevinç Çokum’un romanına mekân olarak Güneydoğu’yu seçmiş olmasına şaşırmalı mıyız? Kimileri şaşırmış nedense, hatta enteresandır, İstanbullu bir yazar olarak Siirt’i, Diyarbakır’ı, Cizre’yi, Arap’ı, Kürt’ü, Süryani’yi yazmaya hakkı olmadığını söyleyenler bile olmuş. Kitabı okumadan ve yazarın o topraklara hem kalp hem kan bağıyla ait olduğunu bilmeden… Ne talihsizlik! Kitaptaki pek çok karakter gerçekten yaşamış insanlar halbuki, Sevinç Çokum’un tıpkı roman karakteri Hicret Bey gibi Tillo’da yaşamış dedesi, sonra babası, babaannesi, halaları… Kendisini suçlayanları; “Güneydoğu kimsenin inhisarında değildir.” diyerek susturan Çokum, aile hikâyesini yazmıştır aslında, kıyıda kenarda yıllar yılı birikmiş notları ilhamla, sezgiyle, süzülüp bal olmuş bilgiyle, bilgelikle tamamlamıştır. Babası, romanda hem Türkçe, hem Arapça hem de Kürtçe konuşan karakterler gibi, İstanbul’da Arap’la rastlaşsa Arapça, Kürt’le rastlaşsa Kürtçe konuşmuştur.

Ermenilerden kaçarken Bitlis derelerine düşen bebekler !

         Son zamanlarda epeyce başımızı ağrıtan 1915 olaylarıyla ilgili ne kadar hazırlıksız olduğumuz ortada. Sevinç Çokum, roman kahramanlarının ve aynı zamanda aile büyüklerinin neden göç ettiğini anlamak üzere yazılı kaynaklara başvurduğunda, bilhassa Erzurum ve Bitlis halkının Rus ordusu ve Ermeni çeteleri yüzünden kalabalık kafilelerle göç etmek zorunda kaldığını tespit etmiş. Göçte yaşanan hadiseler yürek burkucu. Yazar, Bitlis derelerine bırakılan bebekleri bile konuşmadığımız, arada bir husumet olmasın diye bugüne değin hep suskun kaldığımız kanaatinde.

Romanın sürprizi, Çerçi Türkçesi !

       ‘Lacivert Taşı’nda farklı bir dille karşılaşacaksınız; Çerçi Türkçesi… Sevinç Çokum, romanı için çerçilik mesleğini incelerken fark ettiği bu garip dili, birebir almak yerine, Kuzey Kıpçak Türkçesinden de esinlenerek atasözleriyle konuşulanyeni bir dil oluşturmuş. Yazar, ‘Atasözlerini de ben uydurdum.’ diyor gülerek. Bu dil, romanın sürprizli, bulmacalı ve eğlenceli yanlarından birini teşkil ediyor.

Ülkü Özel Akagündüz
Zaman Gazetesi – Pazar Eki   8 Ocak 2012

Hicret Bey ve Oğulları…

     “Tarihin söylemediği bir şeyleri bulmak, yeni şeyler söylemek isterim” diyen Sevinç Çokum, kayıp bir dönemin ve kayıp küçük insanların hikâyesini ustalıkla birbirine ulayarak Lacivert Taşı’nı edebiyatseverlere  sunuyor…

       Lacivert Taşı romanında olaylar, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği, o karışık, toz duman içindeki sancılı yıllarda yaşanıyor. Roman, şimdiki Türkiye’nin doğu illerinde kervanla ticaret yaparak hayatını idame ettiren; gidenler ve unutulanların hasletlerini adeta ideal boyutlarda şahsı manevisinde barındıran; onurlu, dürüst, haysiyet sahibi Hicret Bey’in ve ailesinin hikayesini olduğu kadar Osmanlı’nın, düzenin ve geleneğin ağır ağır çöküşünü de anlatıyor. Özellikle Hicret Bey’in ağzından anlatılan ilk bölüm olmak üzere tüm roman, bu netameli dönemin seçilmiş olmasından dolayı içli bir ağıt gibi tekrarlar, iç çekişler, yazıklanmalar ve yoğunluğu azalan bir tempoyla ilerliyor.

      Aslında bir ailenin konu olarak seçildiği romanları şöyle hızlıca düşündüğümüzde aynı zamanda tarihsel bir dönemin hatta coğrafyanın anlatılışının da kaçınılmazlaştığını görüyoruz. Romancının anlatmayı seçtiği zaman ve mekân, bize hem dönemin insanları, birbiriyle ilişkileri, hayata bakış şekilleri, hem de ailevi yapıları, masalları, efsaneleri vs. konusunda ayrıntılı bilgiler veriyor. Buddenbroklar, Cevdet Bey ve Oğulları, Yüzyıllık Yalnızlık bu alanda verilmiş iyi örnekler olarak aklımıza ilk gelen eserler. Bir düşünün, aile bir ülke demek değil midir zaten; Hicret Bey’in fizik ve astroloji tutkunu oğlunun söylediği gibi “her şey ve evren bir bütündür.” Bütünün her parçası, bütünden hemen hemen aynı oranda izler taşımak zorundadır. İbn-i Haldun’un bilinen tespiti ışığında okuyunca az sonra alıntılayabileceğimiz bölüm pekâlâ, hem ailesini bir lanete kurban etmekte olan Hicret Bey’in hem de biten bir çağın ardından yakılmış bir ağıta dönüşmüyor mu?

      “Bütün hayatım bu şarkıda. Ben bir çerçiyim. Kırık bir aynanın içinden hayata daldım Ve yürüdüm Ve yollar boyunca birisi seslendi… Nehir kıyılarında, taş köprülerde, devem Humar’ın sırtında, hanlarda, kervansaraylarda…
‘Onu kaybetme! Onu kaybetme!’ diye.
Aynalar kırıktı, aynalar eksikti, aynalar içimizi gösteremezdi. Yine de yürüdüm. Yürüdük. Hep yürüyeceğiz.”

        Romanın kilit kavramı, akıbeti ve etkileri bir parça muğlâk bırakılmış olsa da lacivert taşı. Karısı tarafından hediye edilip, Humar’ın boynuna takılan taş, Hicret Bey’in dirliğinin sembolü. Lacivert taşının bir gün üvey oğul Yadigâr tarafından sebepsizce kaybedilmesiyle birlikte Hicret Bey ailesinin felaketi de başlamış sayılıyor. Önce Mecnun istidatlı oğul Selvi, sonra adeta dönem insanın idealleştirilmiş temsilcisi olan Hicret Bey, nakkaş oğul Alaca birbiri ardı sıra afetlere kurban gidiyorlar. (Ölümlerin önce âşık sonra tüccar ardından zanaatkârın ölümü şeklinde olmasının bilinçli bir seçim olup olmadığını ve ayrı bir anlamı olduğunu düşünmeden edemiyoruz)Aynı anda Sarıkamış faciası yaşanıyor, imparatorluk toprakları birer birer kayboluyor, bu çalkalanma halkın ruhuna da sirayet ediyor adeta. Aile için Heyzeban cadısında vücut bulan kötülük ülke için düşkünlükle kolkola yükseliyor. Kervan yolları tekinsizleşiyor, haydutluklar, savaş, güvensizlik vs. kol geziyor.

Osmanlı’nın lacivert taşını kim kaybetti?

       Lacivert taşının lanetinin erkeklere musallat olması ve sonunda erkeklerin aile ocaklarını terk etmek zorunda kalmaları da meselenin bir başka boyutu. Okurken aklımıza ister istemez şu soru takılıyor; peki Osmanlı’nın “lacivert taşı” neydi? Onu kim kaybetti?
Okuru büyüleyen bir üslup. Bir romanı beğenmişseniz, yazarın dili kullanımındaki ustalığından bahsetmek adettendir, klişedir hatta. Ama daha önce Sevinç Çokum’un herhangi bir eserini okuyanlar bana hak verecek; Çokum dili kullanmakta öyle mahir ki; onun satırlarını okurken kendinizi şiir şiir köpüren bir nehrin içinde buluveriyorsunuz. Dikkatli okurlar, üç kişinin anlatımıyla (Hicret Bey, büyük oğul Devran Bey ve lacivert taşının son sahibi üvey oğul Yadigâr) kurgulanan romanın her bölümünde üslubun, anlatan kişinin fıtratına uygun şekilde değişti-rildi-ğini ama yazarın büyüleyici dilinin, derin bir bilgelik taşıyan şiirselliğinin baştan sona romana hâkim olduğunu, Çokum’un eşyayla, nesnelerle, doğayla ilişkisinin ve dikkatinin tasvirlerine mükemmelen yansıdığını gözden kaçırmayacaklardır. İşte size sadece küçük bir ispat: “Son kuş da kanatlarını iri yapraklar gibi sallayarak koyu renk gövdesiyle üzerimizden geçtikten sonra göğün mavisi mürekkep tonunu almıştı. Çıngırak sesleri, konuşmalar, abdest alanların ayaklarını yıkadıkları suyun taşlara soluklana soluklana düşüşü…”

       Bir yazarı neden okursunuz? Bir kitabı değil, bir hikâyeyi, bir şiiri, bir akımı, bir dönemi değil; insan bir yazarın yazdıklarını neden merak eder? Bunun birden fazla sebebi olabilir: Bir tanesi üsluptur. Yazarın ne söylediğiyle değil nasıl söylediğiyle ilgilidir meraklı okur. Bir metni okuyarak, yazarla birlikte bambaşka bir evrenin inşa edilişine şahit olmaktan haz alır kişi. İnşa sürecine ortaklık; oluşturulan dilin muhatap tarafından tadılmasıyla/büyüye maruz kalınmasıyla katmerlenir. Başka bir tanesini ise kabaca ilgi alanı olarak belirleyebiliriz. Yani yazarın ne anlattığı, neyi anlatacağının merak edilmesinden doğan istek. Kimi edebiyatçılar ilkinin kimisi de ikincisinin önemli olduğunu savunsa da okur, iyi okur, meraklı okur, her zaman ikisini de bir arada istemiştir, yazarım diye benimsediği kalem sahibinden. Yazılmayanları, görülmeyenleri, unutulanları, tarz sahibi bir kalemden okumak…

       Kendisiyle yapılan bir söyleşide “Ben tarihte yazılanların -belki bir anlamda resmî tarihin- dışına çıkmak isterim. Tarihin söylemediği bir şeyleri bulmak, yeni şeyler söylemek isterim” diyen Sevinç Çokum, kayıp bir dönemin ve kayıp küçük insanların hikâyesini ustalıkla birbirine ulayarak Lacivert Taşı’nı edebiyatseverlerin huzuruna sunuyor. Bu önemli romanı okumayanlar neyi kaybettiklerini asla bilemeyecekler.

AYKUT ERTUĞRUL
Yeni Şafak Kitap Eki     14.12.2011

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>