Çok Yapraklı İlişkiler

POLİTİK DURUŞU OLAN BİR ROMAN ÇOK YAPRAKLI İLİŞKİLER

            Dünya meselelerini kendine dert edinen, insanlık halleri üzerine derin düşüncelere sahip bir yazar Sevinç Çokum. “Çok Yapraklı İlişkiler” romanı, böyle bir yazarın kaleminden çıkma; ideolojik değil, ama politik bir duruş sergileyen, içten içe insanı huzursuz eden, dürten, uyaran bir roman; her şeyi konuşmaktan yana, zayıflıklarımızla hesaplaşmaktan. Vicdan ateşini yakmalı ki, bu ateş diğer vicdanları da tutuştursun.

-l-

            Dünyameselelerini, kendi meselesi kabul eden böyle bir yazar, elbette postmodern oyunların getirisi ile yetinmekten ziyade, daha çok dile yüklenecektir. İmajlar, simgeler yoluna ışık tutacak, dilin gücü romanı besleyecek. Bir an önce anlatmalı ve rahatlamalı, her şeyi ortaya dökmeli, yeni dünya düzenindeki hastalıklı ruhlara, zihinlere işaret edilmeli.

          Roman, vicdan ateşini yakmanın en uygun yollarından biri olsa gerek. Çünkü her roman, yazarın yüreğinden kopup gelen, kalemiyle ölçülen bir nabız atışı gibidir. Kahramanlarıyla özdeşlik kurduğu için yazar, kendini deşifre eder bir bakıma. Diyebiliriz ki, kendi vicdan ateşiyle, kahramanlarının vicdanını tutuşturur; Yamaç Yener, Arı Kuşu Hulki, Dolubey, Mimar Koza Bey, eşi Gülümser Hanım ve asistanı Şelale… Her biri yazarın kaleminden beslenerek hayat bulmuş, gerçeklere ışık tutarken yazarın vicdanına dönüşmüş kişiler. Peki ya romanda tehlikenin merkezi olarak gösterilen “ Yeni İnsan Araştırma Merkezi” nin başkanı Doruk Sayman? Namı diğer Matkap, işte o, insan denen bir yanlışlıktır, hayattaki kötülüğün karşılığı. Ama kötülük kendi iradesi ile seçilebilir mi sahi? Başkan’ın çocukluğu kopuk kopuk parçalar halinde verilirken romanda, bu sorunun cevabını da öğreniriz aslında:

          “Gürültülü bir ev, amcalar, dayılar; yorgancı baba, marangoz dayılar, terzi amcalar, hepsine de çıraklık ettim, hepsinin tokadını, dayağını yedim… Dayak arsızı olmuştum artık”(s.10)

           Böyle bir çocukluk, ezilmişlik, günü geldiğinde “Yeni İnsan Araştırma Merkezi”nin başkanı Matkap’a dönüşüyor işte. Burası devlet eliyle kurulmuş bir merkezdir ki, amacı yazarın cümlesiyle söyleyecek olursak “geleceğin iktidarlarının, olması düşünülen gençlik yapısının kurgulanmasını sağlamak”tır. Yani amaç, itiraz etmeyen, her şeye evet diyebilen tek tip insan yaratmak ve böylece iktidarın kalıcılığını garanti altına almak. Romanda bu plana itiraz eden gençler DDH kısaltmasıyla verilen “Doğaya Dönüş Hareketi” altında birleşerek, sinemalar, tiyatrolar, müzik, edebiyat vasıtası ile seslerini duyurmaya çalışıyor. “Yeni İnsan Araştırma Merkezi”nin başkanı tarafından bir tehlike olarak görülen bu hareket mensubu gençler için –evet, hepsi de çok genç, yirmili yaşlarında daha, ülke sorunlarına duyarlı, mücadele etmekten çekinmeyen, yanlış bulduğunu eleştirebilecek cesarete sahip insanlar-için başkanın söyledikleri de anlamlıdır:

“Onların yayılmaları, çok büyük pazarları ve çok önemli bağlantıları yok etmek anlamına gelir” (s.9)

             DDH’yi oluşturan bu gençler “abukist”  sanat görüşü olan kişilerdir. “Abukizm felsefesi” Sevinç Çokum’un daha önceki romanlarında da karşımıza çıkan ve “Çok Yapraklı İlişkiler” romanıyla, daha önce yazdığı romanları arasında bir kan bağı oluşturan, yazarın bizzat kendisinin ortaya attığı, oluşturduğu ve yazdığı romanlarla geliştirmeye çalıştığı bir felsefi akımdır. DDH’nin gençleri abukist filmler, tiyatrolar, resimler, edebiyat ve müzik yaparak, doğruların birden fazla olabileceğini topluma anlatmaya çalışırlar.

        “Abukist kişi, yerleşik sistemlere ve kurallara kuşkuyla bakar. Çerçöp veya yaprak, dal öğüten bir makinedir sistem. insanlar hep birlikte onun haznesine girdiklerinde acı çekmeden öğütülürler ve sonunda elde ettikleri mutluluk, ne yazık ki birey olmanın, özgür olmanın yitirilmesi ve halli hamur olmak anlamındadır.”(s.75)

        O halde “Çok Yapraklı İlişkiler” romanı için; okuru dünya meselelerine karşı daha bilinçli olmaya, gerektiğinde itiraz edebilecek cesareti gösterebilmeye çağırması açısından sosyal içerikli, politik bir duruşu olan ve fantastiği de içinde barındıran, postmodern olmaktan ziyade modern ve ütopik bir romandır diyebiliriz.

-ll-

            Romanın potitik duruşundan dolayı, fantastik bir kurgu yerinde olmuş diyebiliriz. Böylece aslında burada belirtilen tehlikenin, tek tip insan yaratmak ve zamanla bunun art niyetli resmi güçler tarafından da dünyayı bozabileceği düşüncesi vurgulanırken, okur böyle bir tehlikeye karşı uyarılırken, yazarın dünya meselelerine karşı duyarlılığını dile getirişi esnasında fantastiğin sularında kulaç atılırken, bir taraftan da ütopik romana atfedilen bu kurgu  oyunu, Çok Yapraklı İlişkiler’de muhtevanın önüne geçirilmemeye  özellikle özen  gösterilmiş.

             Ancak günümüz romanında şekil, muhtevanın çoktan önüne geçmiştir bile. Özellikle fantastiğin söz konusu olduğu alanlarda, bu unsurun içinin boşaltıldığı, anlamsızlığın anlama dönüştürülmeye çalışıldığı romanlar az değildir. Bunda postmodernizmin  romanı ele geçirmesinin  ve yine  postmodernizmin alt katmanlarını teşkil eden metinlerarasılığın, büyülü gerçekliğin, üstkurmacanın ve bu unsurların yanı sıra sadece postmodernizmin değil, modern ve hatta klasik romandan bu yana kullanılıyor olan fantastiğin  romana yeni yeni tatlar katmasının payı büyüktür. “Çok Yapraklı İlişkiler” ise, söylediğimiz gibi biçimi değil, muhtevayı öne çıkarmış bir roman. Ama muhtevayı öne çıkaran romanlardaki “hâkim yazar” anlayışının olduğu klasik roman kurgusu da yok Çok Yapraklı İlişkiler’de. Üçüncü tekil kişi anlatımıyla, ama romandaki iki kahramanın, bazen Gülümser Hanım’ın ve bazı bölümler de yeğeni Yamaç Yener’in gözünden anlatılmış.

-lll-

             Romanda yine fantastiğin hâkim olduğu ütopik romanların ortak bir özelliği olan zaman mefhumunun bulanıklığını görürüz. Sadece gelecekte bir zamandan bahsedildiğinin farkındadır okur. Kanser hastalığının yerini ileri teknoloji hastalığı diye nitelendirilen, “Playa” adı verilen bir hastalık almıştır artık. Bir nevi plastik yaşam hastalığı.  Geçmişte sevilen her değeri unutmakla ve tabiatın mahvedilmesiyle beliren playa hastalığı, vücutta plastiğe benzer bir madde üretmeye başlar. Playa hastaları doğal ortama uyum sağlayamadığı için zehirli atıklarla yaşamaya başlar. Korkunç acılar çekerek ölürler. Ve yine romanda “Yeni İnsan Araştırma Merkezi” adıyla belirtilen, devlet eliyle kurulmuş merkez de fantastiğin gölgesine sığınarak, gelecek bir zamanda ülkeyi ve dünyayı tehdit edecek tehlike olarak gösterilirken; yazar, gelecekteki akıl ve bilgiyi tahakkümü altına alabilecek gizli güçlere karşı okurunu uyarır.

      “…Matkap…Yeni İnsan Araştırma Merkezi’nin büyük yıldızı…Toplumu ve insanı yeniden yapılandırıyor, içlerini  boşaltıyor,gereksiz bilgilerden arındırıyor,bilinçaltlarını okuyordu. Bugünün hayatı bugünle bilinir hükmünce, sözgelimi çıkarlarını kaybetmemek için gerekenleri öğretiyorlardı.”(s.70)

Romanın ilk sayfasındaki epigraf bile bu  gerçeği fısıldar okuruna:
“Özgürlük, akıl ve bilgiyle kanatlanır”

        Özgür düşünmek, kimsenin tahakkümü altına girmeden, kimsenin iradesinde erimeden, birey olarak nefes alabilmek, iktidarı besleyen tek tip insan yaratılmasına karşı duruş, böylece demokrasinin yara almasına engel olmak; çok sesli müzik, bir senfoninin uyumu ile  -kitapta sık sık vurgulanan Birol Morca’nın Ahlat Ağacı Senfonisi ile sembolleştirilen- yaşamak dünya üzerinde, herkese, her düşünceye kucak açarak, katılmasak dahi tahammül  göstererek…  Romanın bilinmeyen bir zamanda geçmesi, yazarın kalemini özgürleştirmiş olmalı, kimseyi töhmet altında bırakmayışı açısından. Ancak bir taraftan da zamandaki bu belirsizlik, işaret edilen tehlikenin her zaman var olabileceğinin de altını çiziyor gibi. G.Orwell’in 1984 romanında söylediği gibi:

“Dünyamızdaki gelişme, acıya doğru  ilerleyen bir gelişme olacaktır”

-lV-

      Burada   1949 yılında, ll. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında yazılmış olan ve gelecekte yaşanabilecek tehlikeler karşısında okurunu uyaran G. Orwell’in  o ünlü ütopik romanı  1984  ile  “Çok Yapraklı İlişkiler” arasında, karşılaştırmalı edebiyatın geçirgenliğinden faydalanarak bir ilişkinlik kurabilmek mümkün:

          1984  romanı,  ütopik bir ülkede, Okyanusya’da geçer. İnsanların hayatları büyük güç tarafından kontrol altına alınmış, bilinçaltları ele geçirilmiş, böylece kimi sevip, kimden nefret edecekleri dahi o büyük güç tarafından karar verilen, “Büyük Birader”in tahakkümünde bir yaşamdan bahsedilir. Eskiye dair her şey yok edilmiştir, hatta eski gazeteler, tarihi olaylar, kitaplar değiştirilerek, insanların geçmişi, hafızaları da silinmeye çalışılmaktadır. Okyanusya’nın hâkimi Büyük Birader’in gözleri her an, her yerdedir. Televizyon ekranlarından, reklam ve ilan panolarından bile onun gözleri herkesi gözetler; her an herkes gözetlendiğinin, davranışlarına  hep dikkat etmesi gerektiğinin, Büyük Birader’in isteği dışında hareket etmesi halinde  buharlaştırılıp yok edileceğinin farkındadır.

           Böylesine dehşet uyandıracak bir beyin yıkamanın, kendine ait olmayan düşüncelerin samimiyetine inanacak kadar insanlıktan çıkmanın faturası tüm dünyaya kesilir: Artık her an her yerde savaş vardır; hem de barış için, huzur için gerekli gösterilen savaşlardır bunlar. Artık kimsenin kendine ait düşüncesinin olmadığı, farklı düşünceye asla tahammül edilemeyen, düşünce suçunun en büyük suç kabul edildiği, bir polis devletinin tahakkümünde bir hayatı anlatan bu romanda G. Orwell, geleceğe dair kaygılarını dile getirirken; okurda dehşet uyandırmaktan ziyade, aslında dünya insanını kendi geleceğine dair uyanık olmak, farklı düşünceye tahammül gösteremeyen zihniyetin baskıcı gücüne itiraz edilmemesi, buna karşı durulmaması halinde insanları nasıl bir dünyanın beklediğini anlatmak konusunda  okurunu uyarmak istemiştir. Şimdi “Çok Yapraklı İlişkiler”e dönecek olursak; bu romanda da 1984 romanındaki Okyanusya’ya benzer, ütopik  bir polis devleti yaratılma girişimlerine tanık oluruz.

     “…belirlenen düzende sapmaları, aykırılıkları önlemek. Ve unutturmak, unutturmak. Yeni gençlere özellikle. İhtiyarlar mı? Belli bir sınırdan sonra üretecekleri ne var? Onlar nasıl olsa ölecekler…Ondan sonra toprak yeniden sürülecek elbette, yeni kuşaklar için yeni tohumlar”(s.58)

Eskileri  unutturarak, geçmişini hatırlamayan bir yeni dünya düzeni insanı:
“…Panoptik düzen, kişileri gözetim altında tutarak denetir. Kur, yerleştir, planla, yönet! Toplumu dönüştürme tekniğidir bu. Bir iktidar tekniği kısacası.”(s.58)

“Yeni İnsan Araştırma Merkezi” nin başkanı olan Matkap’ın planları da bu doğrultudadır: “Hiçbir şey bırakmayacağız geride, hiçbir şey bırakmayacağız zihinlerde ve kalplerde… Ne bir fikir kırıntısı, ne bir duygu  serpintisi”(s.235)

       İnsanların tek tipe dönüşmesi, farklılıkların, kişiye özel olanın ortadan kaldırılarak robotlaştırılması  ve böylece kontrol  altında tutulma girişimi,1984 romanında olduğu gibi:  “Hayatımızın her yanına yasalarla, kurallarla, geleneklerle, bilgi aktarıcı teknolojilerle, telefonlarla, kameralarla, dinleme cihazlarıyla el konmadı mı?”(s.267)

Sevinç Çokum, bilginin  gücüne de çok güvenmemek gerektiğinin altını çizer:
“Bilginin güçlüye hizmet etmesini kim engelleyebilir? Dünya her zaman güçlülerin olmuştur. Onlar yönetir ve diğerleri  onlardan beslenirler. Beslenemedikleri zaman kaybedeceklerini bilirler ve bunun için yönetime razı olmak zorundadırlar” (s.58)

Yamaç Yener bütün  bunların farkındadır ve vicdanı susmasını engeller:
Dikta bazen görünmeden var olur.Siz bilmezsiniz ve ardınca gidersiniz; bir reklamın, bir sloganın, …bir adamın, bir  çehrenin…”(s.122)

      O halde bilgiyi tekelleştirmenin, iradeyi teslim etmenin, önderi yarı-kutsallaştırarak ağzından  çıkan her söze derin anlamlar yüklemenin tehlikeleri üzerinde hem 1984 romanında hem de “Çok Yapraklı İlişkiler”de özellikle durulmuştur. Üstelik farklı ses çıkaranın, farklı düşüncede olanın sindirilmeye çalışılması her iki romanda da söz konusu.  Düşünce suçlusu kabul edilen böyle kişiler, 1984 romanında buharlaştırılarak yok edilirken, “Çok Yapraklı İlişkiler”de intihar, trafik kazası süsü verilerek yok edilir. (Bu arada hatırlatmakta fayda var: “Düşünce suçlusu” tabirini İngilizceye 1984 romanı kazandırmıştır. Böylece İngilizceden sonra diğer dillere de ilk defa 1984 romanında kullanılan bu tabir yerleşmiştir.)

          Her iki romanı farklı kılan en önemli özellik ise; 1984 romanı geleceğe dair hiçbir umut bırakmazken, her şeyin daha da kötüleşeceğini dile getirirken; “Çok Yapraklı İlişkiler” de aksine, hala yapılacak bir şeyler olduğunu,  iktidarın gücüne tapınmayıp, onun tuzağına düşmeyen küçük bir gurubun dahi –DDH’nin- bir tek vicdanın yaktığı ateşin dahi  –Yamaç Yener’in-   sesini yükselterek çok şeyi değiştirebileceğini dile getirmiştir. Sevinç Çokum, topluma karşı kendini sorumlu hisseden bir aydın olarak ve bir yazar duyarlılığı ile, okurlarına ütopik de olsa böyle bir dünya düzenine karşı uyarıda bulunurken iyimserlik libasını giymekle doğru bir tercih yapmış. Böylece okuruna, dünyada hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, ama görünenin de olacak olanın işaretlerini her zaman içinde barındırdığını hatırlatmaya  çalışmıştır.

TÜRK EDEBİYATI DERGİSİ – KASIM 2013
FUNDA ÖZSOY ERDOĞAN

İktidarca Yoğrulmuş İnsanlar Alemi

         YETKİN BİR SOSYOLOGUN YA DA BİR PSİKOLOGUN KALEMİNDEN ÇIKMIŞ İZLENİMİ VEREN SEVİNÇ ÇOKUM’UN SON ROMANI ÇOK YAPRAKLI İLİŞKİLER DERİN SOSYOLOJİK VE PSİKOLOJİK TAHLİLLER İÇERİYOR.

         Kapitalizmin bir sistem olarak ekonomi lügatine girmesiyle ideolojiler büyük ölçüde hakkın rahmetine kavuştu. Emeği değil, hilesi ve yalanı büyük olan yönetecekti insanı. Dünya, bambaşka güzergâha yönelmiş bir otobüstü artık. Şoför koltuğuna ise insanı ve toplumu en iyi tanıyan oturacaktı. Öyleyse bir şeyler yapmalıydı. ‘Yeni İnsan Araştırma Merkezi’ kurmak gibi mesela. Sıkı bir ekiple neden olmasındı. Başkanlığını matematik ustası Matkap lakaplı Doruk Sayman’ın yaptığı bu oluşumda kimler yoktu ki. Kitabın ana karakteri insan grafikeri Yamaç, fare eğiticisi Kenan, cinsiyet dalı uzmanı Sezer, suçluluk bölümü uzmanları ve bilumum teknikerler…

           Sevinç Çokum’un son kitabı Çok Yapraklı İlişkiler, Kapı Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Yetkin bir sosyologun ya da bir psikologun kaleminden çıkmış izlenimi veren kitap, derin sosyolojik ve psikolojik tahliller içeriyor. Modern dünya sistematiğinin ürettiği yeni insan tipinin hangi evrelerden geçirilip yoğrularak bugünkü hale eriştiğini izleyebiliyoruz romanda. Fantastik ve gerçek dünyanın iç içe geçtiği bir kurgu göze çarpıyor. Örneğin İnsan Grafikerliği diye bir bölüm vardır romana konu olan üniversitede. Gayesi, insan sarraflığıdır. Sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji ve felsefe gibi insana dair pek çok veriyi gözler önüne seren alanların tümünün; bir kurumun adına çalışıyor olduğunu varsayarsak, ortaya neler çıkacağını tahmin etmekte zorlanmayız sanırım. Grafiklerle yaşam modelleri üretilir insanlara. Tüm vasıfları bilinen insan, artık kontrol edilebilen bir robot olabilecektir belki de. Algılarla oynanacak ve yeni algılar üretilecektir. Yeteneğin hiçbir önemi yoktur. Egemen kesimin istediği olacaktır her konuda. İdealler çürütülmüştür. Her şeyi tahrip etmiştir erk. Plastik ile doğa, kentleşme ile mimarimiz tahrip edilmiştir. İnternet ile de özel hayat… İlişkiler bile plastikleşmiştir.

SİSTEM UN ÖĞÜTÜR GİBİ ÖĞÜTÜR İNSANI

            Dünya bir hapishanedir, bir ıslahevi…” diyen Jeremy Bentham’ın panoptik düzen görüşüne yer verir Sevinç Çokum. Bentham, birkaç gardiyanın gizli bir bölümden çok sayıda mahpusu gözetlemesi için oluşturulmuş denetim evi anlamına gelen panoptik adını verdiği bir yapı tasarlar. İktidarların kullandığı ‘hizaya getirme’ çalışmasıdır bu, daha net bir ifadeyle. Hatalı davranışlarının cezalandırılacağını bilen mahkum, sürekli izlendiğini düşünür. Dolayısıyla yanlış bir şey yapamaz. Foucault’nun ‘Büyük Kapatılma’ eserine de değinir yazar. 17. yy Avrupa’sında işe yaramaz insanların tıkıldığı ‘Genel Hastane’ adıyla açılan yerler vardır. Tıbbi gayesi olmayan, iktisadi bir hamledir bu. Üretime katkısı olmayanlar tıkılır içeri. Sonra sonra siyasi amaca dönüşecektir. İktidarla aynı görüşte olmayan herkes kapatılacaktır buraya. İşte bu da muhalefetin düşüş resmidir.

       Felsefi temeller üstüne inşa edilmiş eserde, varoluşçu görüş ile bunalımcı görüş çarpışır. Varoluşçuluğun ‘İnsan önce vardır, sonra özünü kendi oluşturur. Yani insan öznedir.’ görüşüne katılmaz bunalımcılar. Bir ‘iktidar’ vardır bunalımcılara göre ve çok güçlüdür. İnsan, bir nesneden fazlası değildir. Payına ezilmek düşmektedir insan denen nesnenin.  Yazar ayrıca Tren Burdan Geçmiyor adlı kitabında ortaya attığı abukizm felsefesine bu kitapta da değiniyor. Abukizm, yerleşik düzene ve kurallara kuşkuyla bakmayı savunan görüştür. Sistem, un öğütür gibi öğütür insanı. Acısızdır bu işlem; fakat özgürlük denen nazlı kuş uçup gitmiştir. Birey yoktur artık. Tek tip insan profili çıkmıştır ortaya.

        Şehrin orta yerinde haber dolapları vardır ve insanlar bu şekilde aydınlatılmaktadır(!) Playa ve sis gibi yeni hastalıklar baş göstermiştir. Sis; topluma uymayan, farklı düşünen beyinlerin yakalandığı, erken bunamaya benzer bir hastalıktır. Equilibrium (İsyan) filmini anımsatıyor bana bu kare. Filmde rejim, duyguların ve sanatın düşmanıdır. Prozium adlı bir ilaçla kontrol altında tutulur insanlar. İsyan edip de ilacı kullanmayanlar ise hissetmeye başlarlar ve dolayısıyla imha edilmek istenirler. Kitapta da itiraz edenlerin, Harponini adı verilen ilaçla berrak düşünmeleri engellenir. Ayrıca asileri dövmek üzere Dikdur Kulübü kurulmuştur.

FITRATINDAN UZAKLAŞTIRILMIŞ İNSANIN HİKAYESİ

        Üşürken hayal kuramıyordu insan.’ (s.69) cümlesine mecazi bir anlam yüklemeyi yerinde buluyorum. Güçlünün zayıfın ısınmasına izin vermediği bir dünyada, zayıfın hayal etmesi, düşünmesi de engellenmiş oluyor. Uğraşması zor olduğu için iğdelerin kesilip kirazların dikilmesi (s.70) de güzel bir metafor olarak çıkıyor karşımıza. Sindirilip yönetilemeyecek insanları budayan bir iktidar…

        Yeni İnsan Araştırma Merkezi’nin karşısında gençlerden oluşan bir DDH (Doğaya Dönüş Hareketi) vardır. Her fırsatta Yeni İnsan Projesi’ni ve Merkezi eleştirmekten kaçınmaz. Bu nedenle de tehdit altındadır. Zaman zaman kaza ya da intihar süsü verilmiş cinayetler görülür. İroniden faydalanmayı da ihmal etmiyor Çokum romanında. Gençleri vals gibi tehlikelerden korumak için sınav sayısının arttırılması, ironinin en güzel örneklerden biri olarak notlarımız arasına giriyor. Sınav kaygısı pek çok şeyi yapmaktan alıkoyuyor gençlerimizi.

        Kitaptaki karakterlerin adları hayli dikkat çekici. Doğadan devşirilmiş isimler hakim kitaba. Yamaç, Güneş, Şelale, Dağhan, Ufuk, Koza, Şebnem… Hak arayan insanların azlığı da yalnızca Emek ve Özgür gibi iki ismin kullanılmasından anlaşılabiliyor. Plastikleşen dünyada, plastiğe ve mekaniğe mahkûm edilmiş insanlar çağına rağmen umutsuzluk yok. Gülümser, Gündüz, Şefkat ve Ferah gibi karakter adlarıyla okura alttan alta umut aşılıyor yazar. Sevinç Çokum, fıtratından uzaklaştırılmış, hamuru bizzat egemen güç tarafından yoğrulmuş insanlar âleminin ne denli tehlikeli girdaplara sürükleneceğini realist bakış açısıyla ve ironik bir dille ifşa ediyor. Tüm planlara, stratejilere rağmen özgür düşünce semada bir yıldız gibi parlıyor.

Roman kimileyin gerçeğin ta kendisiydi değil mi?

Star  Kitap  ( Star Gazetesi Eki)
Eyüp Akyüz  Mayıs 2013

MODERNİZMİN ACI MEYVELERİ

         Sevinç Çokum son romanı Çok Yapraklı İlişkiler’de bugünün gerçekliğiyle gerçeküstü öğeleri harmanlayarak modernizmin acı meyvelerini sorguluyor. Yazar gerçeğin altüst edilmesi karşısında yine ironiye yaslanan bir dil kullanmayı tercih etmiş.

          Modernizm, artıları gözetilip kabahatlerine göz yumularak “masum” maskesiyle hayatımıza girip yerleşeli çok uzun zaman oldu. Getirdiği, götürdüğü tartılıp tartışıladursun, modern hayatla ilk tanışmanın üzerinden nesiller geçerken her toplumdan alacakları katbekat tahsil ediliyor. Her gün kansere deva diye peşine düşülen bir umut ışığına karşılık, kanser sebeplerine bir yenisi ekleniyor. Normal hayatı aksatan ufak tefek şikâyetler, ilaç şirketlerinin iştahını kabartan psikolojik birer hastalığa dönüştürülerek kataloglarda yerini alıyor. Göğü delen binalar şehirlerin toprağını da, semasını da kuşatıyor. Toprağa ayak basmak, havayı ciğerlerine çekmek, kuş cıvıltılarıyla uyanmak sadece zenginlerin satın alabildiği bir masal tadında kalıyor. İnsanlar konuşmuyor, anlaşmıyor, okumuyor, sorgulamıyor; ya dev kadar ya da avuç içi boyutlarda ekranlara kilitleniyor. Acıyı hissedemeyecek denli hissizleşiyoruz. Artık sadece bakıyor, görmüyoruz.

SANATÇI VE BUGÜNÜN GERÇEKLİĞİ

          Sanatçı bütün bu olup bitenler karşısında bilmenin ve görmenin hüznüyle çığlığını eserine koymaktan başka ne yapabilir? Sevinç Çokum da son romanı Çok Yapraklı İlişkiler’in kurgusunda bugünün gerçekliğiyle gerçeküstü öğeleri harmanlayarak modernizmin acı meyvelerini sorguluyor. Kitapta yüzyıllık çınarlar, erguvanlar, ıhlamurlar kesilip yerine kurulan devasa Yeni İnsan Araştırma Merkezi’nde insan grafikleri çıkarılıyor; tek tek kişilerin ruh haritaları… Medyayı ve her türlü propaganda aracını kullanan sistem, itiraz genleri bozulmuş, itaatkâr “yeni insan”ı şekillendirmek için hiçbir şeyi harcamaktan kaçınmıyor. Bilim adına yapılan deneylerle sakat bırakılan hayvanlar da, tekerlerine taş koyacağı hesap edilen her bilinçli insan da yeni bir insanlık kurma idealinin dişlileri arasında ezilmekten nasibini alıyor.

        Merkezin “Matkap” lakaplı matematikçi başkanı, matematik kesinliğinde kurmak istediği acımasız dünyanın önünde engel olarak Doğaya Dönüş Hareketi yani DDH gençlerini görüyor. Farklı alanlardan üniversite mezunu bu gözü kara gençler, çevre duyarlılıklarını ve özgürlük arayışlarını dillendiren tiyatrolar oynuyor, dergi çıkarıyor, protesto eylemleri yapıyorlar. Öne çıkan grup elemanları bir bir takip edilip asılsız iddialarla karalanırken üniversite hocası Yamaç Yener’e verilen zor görev, bu idealist gençlere hayati darbeyi vurmaktır. Merkezde deneysel psikoloji araştırmalarını yöneten ve insan grafikleri çizen Yamaç, kendisine kalburüstü bir hayatın nimetlerini sunan kariyerinin dayandığı gerçeklerle vicdanı arasında gelgitler yaşıyor. Bir yanda kirli bir projenin dinamolarından biri olarak başarıları, öbür yanda insan iradesinin yok edilişine araç olmanın ve sessiz kalmanın manevi bilançosu… Dünyevi hazların zirvesine çıkacağı bir hayat tarzına inat, gönlünden atamadığı Şelale’nin sade dünyası… Yamaç’ın bir sarkaç gibi iki uç arasında sallanması, kâh Dr. Faust’un ruhunu sattığı Mephisto’yla ilişkisini kâh Şeytanın Avukatı filmindeki avukatın Şeytan’la yaptığı anlaşmayı hatırlatıyor. Yaşadığı iç çatışmalar da bu kadim ikilemin bir örneği. Bu denklemde sadece varlığıyla bile vicdanına hitap eden kişi, eşini şüpheli bir kazada kaybetmiş güçlü bir kadın olan Gülümser Hanım. Çakma bir Beyaz Saray yapılması karşısında “Öz mimarimiz yok mu?” diye çırpınan, mevcut karmaşayı “zıpçıktı mimari” diye adlandıran efsane mimar Koza Bey, DDH’li gençlerle beraber nice eyleme imza atıyor; ta ki her şeye zorunlu bir nokta konuluncaya kadar.

‘Abukizm’ felsefesi
Romanda iki ayrı anlatıcı var; olaylar Yamaç’ın ve Gülümser’in gözünden aktarılıyor. Fırça darbeleri gibi kısa kısa bölümlerden oluşan metnin mecrası, mektuplar ve farklı metinlerle yön değiştiriyor. Yazar, önceki kitaplarında ürettiği abukizm felsefesini işlemeye devam ediyor. Gerçeğin altüst edilmesine yaslanan ironik bir kavram, abukizm. Gerçekler tahammülü aşacak denli acıtınca tepetaklak kurgulanmış gerçekliklere sığınıyoruz.  Ve soruyoruz: İnsanın yeryüzündeki sonu meçhul macerasında “isyan etmeyen, gözünün önünde her şeyin tükenişini seyrederek ses çıkarmayan insanlar” mı geleceği belirleyecek yoksa er geç “kendi özüne dönecek insan” mı?

Kitap Zamanı ( Zaman Gazetesi Eki)
Neslihan Demirci   6 Mayıs 2013

Kahramanlarının en doğal halleri sahtelikleri!

       Kişiler, olay, çevre, zaman, fikir, dil ve anlatım öğeleri Sevinç Çokum’un ‘çok katmanlı” anlatım üslubu ile bir araya gelmiş ve “Çok Yapraklı İlişkiler” doğmuş.

        Çok Yapraklı İlişkiler bir roman. Yani “aman sonunu söyleme, daha okumadım” diyeceğimiz türden bir eser. Ancak yine de merkezine olayı almış bir kitap değil. Gerçi sonunu da söylemeye niyetim yok zaten. Olay/konu, -bence- anlatılmak istenen suni insan tipleri için özel olarak kurgulanmış. Bu sebeple eseri okurken bile sonunu merak etmiyorsunuz. Okuduğunuz her sayfa hem baş, hem son sayfa olabilir. Kişi(ler), olay, çevre, zaman, fikir, dil ve anlatım öğeleri Sevinç Çokum’un ‘çok katmanlı” anlatım üslubu ile bir araya gelmiş ve Çok Yapraklı İlişkiler doğmuş.

         Biz ortaokuldayken ev ekonomisi dersi vardı. Bu derste bazı dikiş teknikleri öğrenir; yılsonu sınavında da elimize verilen 50×50 ebadındaki kumaş üzerinde tüm öğrendiklerimizi sergilerdik. Kapı Yayınları’ndan çıkan Çok Yapraklı İlişkiler de Sevinç Çokum’un yazım ustalığının sergilendiği bir kitap. Şahsen ben okurken konudan ziyade yazarın kendine has benzetmelerinin, söz sanatının tesirinde kaldım diyebilirim. İki kişi arasındaki bir iş görüşmesini anlatırken bile otuz sene evvelinin İstanbul’una değinebilen, araya yemek tarifi sokabilen, ortamın fizikî özelliklerini, hava şartlarını, takım elbisenin yakasındaki el dikişlerini, hatta sipariş alan garsonun kol saatini bile tarif edebilen bir yazardan bahsediyoruz.

Doğaya dönüşü umursayan falan yok

      Sevinç Çokum, anlatmak istediği konu için Yeni İnsan Araştırma Merkezi diye bir merkez kurgulamış. Merkezin amacı; “güya”… Belli karakterler için neredeyse tüm hedefler; “güya”…  Adeta onların en doğal halleri sahtelikleri! Egonun krallığında, kariyer ve para uğruna “in” olan uğraşlarla tatmin olmaya çalışan bir sürü sahte ve tek tip insan… Yeni İnsan Araştırma Merkezi bunların nicelerini yetiştirmek için kurulmuş. Eserde, masum görünümlü, içi başka dışı başka, göstermelik etkinliklerle zamanını harcayan bu insanların hayatı anlatılıyor. Bürokrasi ve siyasetin nelere kadir olduğunu, paranın ilahlaşmış halini okuyorsunuz. Mesela Yamaç’ın ailesinin, yoksulluk günlerinde evlerinde balık piştiği zamanki halleri ile parayı bulduktan sonra balık pişen günleri arasındaki farkın anlatıldığı kısmı özetleyen kısacık cümle, içinde ne çok manayı barındırıyor: “Bolluğun sildiği nice sevinçlerden biri”…

         Yazarın, kitaptaki kahramanlara ve mekânlara verdiği isimlere dikkat ettiğinizde, her biri üzerinde uzun uzun düşündüğünü ve ondan sonra bu manidar isimleri verdiğini fark ediyorsunuz. En başta merkezin ismi “Yeni İnsan Araştırma Merkezi”, sonra merkezde çok özel görüşmelerin yapıldığı ve aslında masumiyetini yitirmiş hediyelerin teklif edildiği, iş bitirilen oda “sırça köşk” ve başlatılmak istenen hareket; Doğaya Dönüş Hareketi (DDH) ki aslında doğaya dönüşü umursayan falan yok. Karakterlerin isimleri de aynen böyle manidar. Yamaç Yener; İnsan Bilimleri Fakültesi Bilinç Çağı İnsan Grafiklerinden mezun ve doçentliğe hazırlanıyor. Sistemin öğütücü dişlileri arasında kendini sorgulama erdemini şimdilik kaybetmemiş bir genç insan. Başkan Bey, namı diğer Matkap… Çocukken dayısının marangoz çırağı, aynı zamanda bir matematik dehası… Bugün Başkan Bey! “Para için her şey mübah”çı! Yamaç Bey’in, ismi dünya çapında duyulmuş olan eniştesi Profesör Koza Bey ki, o kitabın gerçek bilge kişisi! Koza Bey’in eşi Gülümser Hala ve huzur anlarının mekanı Bağ Evi. Mimar Şelale, Yamaç’ın ideallerini süsleyen, erişilmesi zor özel biri… Elbette bu özellikleri ile uyumlu olarak Koza Bey’in kıymetli bir talebesi. Sonra Hare var. O bir dişi, fizikî bir gereklilik… Beyza Hanım var, Yamaç’ın annesi. Evvelini unutturacak bir süratle konfora ve bolluğa gark olmuş biri.

Bizimle birlikte yaşıyor onlar

         Çok Yapraklı İlişkiler bunların dışında daha pek çok karakter barındırıyor. Hepsi isim almış birer nefsanî vasıf aslında… Aralarında Koza Bey ve Şelale olumlu birer karakter olarak göze çapıyor. Koza Bey yazdığı mektuplarla kitaba bilgelik katarken; Şelale de “güya” insanlık yararına yapılan deneylerde kullanılan fareler için bile gözyaşı dökebilen biri olarak eserde yerlerini alıyorlar. Kitabı okurken her karakterde kendimizden az ya da çok bazı özellikler buluyoruz. Zira kurgu adı altında bile olsa her biri son derece gerçek. Sağımızda solumuzda, hatta kendi bedenimizde bizimle birlikte yaşıyor onlar. Bu karakterlerin başrolünü üstelendiği sistem de, bir boyutuyla içinde yaşadığımız sitemden başkası değil.

         Netice itibarı ile insanlar farklı hayatlar sürebiliyorlar; bazı hayatlar içi dolu, bazıları içi boş gelip öyle de geçiyor. Olaylar ve kişiler karşısında “duruma göre” eğilen bükülenler, köprüyü geçene kadar’cılar, gelen ağam giden paşam’cılar, nefis yiyecekler ile midesini doldurmak, marka ürünler kullanmak, rezidanslarda oturmak, son model arabalar kullanmak için masumane faaliyetler üretenler… Bir de Koza Bey, Gülümser Hanım ve Şelale misali dünyanın merkezine insanlara faydalı olmayı oturtanlar… Sayfalar çevrilip hadise ilerledikçe bunca karakter içinden birinin, üzerinizdeki elbise ile ne kadar benzeştiğini hayretle fark ediyorsunuz. O andan sonra kitabın kahramanlarından biri oluyor; kendi çok yapraklı kişiliğinizi okumaya başlıyorsunuz. Bu da nefsinizi mahkeme salonuna taşıma vesilesi oluyor sizin için. Teşekkürler Sevinç Çokum.

17.05.2013
Zeynep İnan Dünya Bizim Sitesi

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>