Romanlar


GÖZYAŞI ÇEŞMESİ  -  KIRIM’DA SON DÜĞÜN

                  Savaş bizim irademizden doğsa da kaderimiz gibidir.Biz yönetenleri dünya karışıklıklarının sergilendiği bir yerde, bir zaman parçasında bekliyordur. Bilsen o sıcak uykuları nasıl aradım, soluk kesen bir tipiden sonra atımı donmuş nehrin üzerinden buzun çıtırtılarını duyarak geçirirken artık ölümün daha rahat, daha kolay bir şey olabileceğini düşünmüştüm. Senden uzak olmanın yanında ölüm ne ki Dilara? Ben seni unutmuş olsam da görmesem de, gördüğümde tanımasam da senin bendeki izin, bıraktığın kızıl pas silinmez Dilara…
Kırım’da Son Düğün 1760- 1769 yılları arasında Kırım’dan Rumeli’ye uzanan efsanevi bir aşkın öyküsü. Sevinç Çokum, Giray Han’la Dilara Bikeç arasındaki aşkı ete kemiğe büründürürken, aynı zamanda edebiyat kanonumuza Kırım tarihine tanıklık etmemizi sağlayan kalıcı bir eser kazandırıyor. Giray Han’ın tutkularını, zaaflarını, özgür ruhunu usta işi bir kurguyla aktaran yazar, zengin olay örgüsü ve özgün anlatım tekniğiyle okuyucularına romanın tarihî atmosferini iliklerine kadar hissettiriyor. Kırım’ı da, maziyi de “yakın” ediyor.

KIRMALI ETEKLER

         Sevinç Çokum’un son kitabı Kırmalı Etekler bir karşı çıkış romanı… Kabullenmişliğe karşı şüpheler ve itirazlar… Etiketlenme ve dışlanmaların biçimlendirdiği anlayışlarla yüzleşme… insanı biçimlendiren ezici kuralların hicvedilişi, burjuva ahlakının ironik bir dille eleştirisi ve tabii Sevinç Çokum abukizmi…

         Kırmalı Etekler, birey olarak varoluş savaşı veren bir kadın yazarın gerçek hayatla zihinsel dünyası arasındaki düşsel yolculuk. Bir bilinçaltı kahramanı Gröfrey ise romanı ve başkarakter Çise’yi yaşanan gerçeklikten ruhun zenginliklerine ve imgeler dünyasına taşıyor. İstanbul, Edirne arasındaki gitgellerle yürüyen romanda son kırk yıla ve bugüne özgün bakışlar var. Kırmalı Etekler her çağda var olan kirlilikler içinde yaşayabilmiş aşk ve dostlukların romanı…

        Gidiyorduk; ben de katılmıştım onlara hevesli hevesli, annemin diktiği etekleri kırmalı elbiselerimle, o gezmelerde ben de vardım; ve ben de kesiyordum artist resimlerini mecmualardan. Amerikanlaştık evet… Kapalı kalamazdık dünyaya, dünyayı artık onlar yönetiyordu çünkü. Ben de sevdim yabancı şarkıları, Blues dinlediğimde içimdeki hercümerci paylaştım o şarkılarla. Sinemalarda ben de seyrettim, ışıkları kaldırımlara dökülen pencerelerinden içerideki Noel ağacının göründüğü, artık eskimiş New York apartmanlarını… Renkli cıvıl cıvıl mağazaları, şık mantolu, şapkalı güzel kadınların gururlu yürüyüşlerini, onların sokaklarını. Beşinci Caddeyi kendi sokaklarım, kendi caddelerimmiş gibi sevdim. Bugün de devlet yöneticilerinin eşleri top top kumaşlar alıyor, mağazalardan saatlerce çıkmıyorlarmış Amerika’ya maaile gittiklerinde.

ÇOK YAPRAKLI İLİŞKİLER

          Bu ülkede nasıl gelirsin bir yerlere ha? Daha bilmiyorsun. Kimseye minnetin yok, öyle mi? Özgür kuş! Seni de koyacaklar bir kafesin içine! Yürü, diyecekler, yürüyeceksin. Dur, diyecekler, duracaksın. O irade seni de zayıf bir noktandan yakalayacak sonunda. Şeklini çizecek senin, benim çizdiğim grafikler gibi. Al, diyecek, sana bir elbise, bir biçim, bir surat! İşte senin işlevin bu! İşte sen busun…

         Sevinç Çokum, belirsiz bir zamanı ele aldığı romanını, gerçekler ve gerçeküstü olaylarla kurguladı. Romanda itirazlarını kaybetmiş kitlelerin belli bir hedefe yönlendirilmesinden doğacak sonuçlar işaret ediliyor. Yer yer ince bir alay ve isyan tonunda yürüyen kitapta yazar, edebiyatın ciddi yüzüne adeta muzip bir kalemle değişik çizgiler ekliyor. Hayatı insan grafikleriyle belirleyen bir çağın baskılı atmosferinde, yok edilemeyen asıl gerçeğe de vurgular yapıyor. İnsanın en doğal hakkı olan düşünce özgürlüğünün aşılamayacağına da…

LACİVERT TAŞI

          Lacivert Taşı; öyküsü her ne kadar 20. yüzyılın ilk yıllarında başlıyor gibi görünse de aslında özelde güneydoğu, genelde ise tüm Anadolu coğrafyasının melalini potasında eriten bir kitap…

        İpekyolu ticaretinin son temsilcilerinden, güneydoğulu çerçi bir ailenin hikâyesi bu. Koca bir imparatorluktan arta kalan bir avuç toprakta, Arap ya da Ermeni, Türk  ya da Kürt olmayı önemsemeden insan olmayı, insan kalmayı başarabilmiş bir azınlığın hikâyesi. Bir zamanların bilimle, sanatla ama illa ki incelikle yoğrulmuş biter topraklarının nasıl çoraklaştığının hikâyesi. Kardeşlik coğrafyasındaki düşmanlığın hikâyesi. Yüz yıl önce kaybettiğimiz günden beri döne döne arayıp da bir türlü bulamadığımız “Lacivert Taşı”nın hikâyesi… Yollara baktım; gece fenerlerinde aradım, akıp giden sularda, uçuşan yapraklarda aradım. Saadet ve acı her yerdeydi, hem iç içe… Dalgalı, damarlı bir taş gibi. Mavisi, firuzesi, grisi, laciverdi iç içe… Can çekişen bir kertenkelede, ağlara takılmış bir kelebekte… Sordum, çağırdım. Şunu anladım ki, oğlum Tutku’nun dediği gibi, “Her şey ve evren bir bütündür!”

                             ARADA KALMIŞ TEBESSÜM

      Modern Türkçe edebiyatın diri sesi Sevinç Çokum, 2000′li yıllara adım atan Türkiye’nin yakın geçmişine dair etraflı bir muhasebe yapıyor. Sınıf çatışmaları ve sanatçının hayatla ne denli iç içe olabildiği gibi temel meseleleri incelikle ele alıyor.
Ankara, İstanbul, Yalova üçgenindeki dört eski arkadaşın serüveniyle paralel ilerleyen romanda, 1999 depremi ve neredeyse aynı dönemde ama yalnızca dimağlarda yaşanan diğer bir büyük sarsıntının, sonuçları açısından ne kadar benzer olduklarını görüyoruz. Peki, o dipsiz, birbirine dayanan, renksiz varoş evlerinde yaşayan ve kırlarını yutmuş sokakların birbirine benzer insanlarından oluşmuş kitleler? Onları hep gri, beyaz, kurşuni renklerde boz bulanık görüyordum; şehir eteklerinde üst üste yaşamanın, üst üste düşünmenin rengiydi bu. Otobüslerde üst üste giderlerdi; birbirlerinin soluklarını soluyarak… Kimdi bunlar? Bir cinayette buluşmaları ne de çabuk, ne de kolay… Bu ülkenin insanlarıydılar. Kimse duymuyordu onların cümlelerini, kimse temsil etmiyordu onları. Kayıp ovaların insanlarını…

                              TREN BURDAN GEÇMİYOR

           Sevinç Çokum, Tren Burdan Geçmiyor’la yakın zamanların romanları dizisine belki bütün eserleri içerisindeki en farklı metnini ekliyor. Medya dünyasından, inandığı doğruları bırakmamak için direnen Nüzhet Fermanlı, yeni yetişen tutkulu genç gazeteci Aysan, varlığını kurallara sıkışmış toplumun bir yerlerinden çıkarmaya çalışan seramikçi kız Simay ve ‘abukizm’ felsefesinin temsilcisi sokak şairi Sonsuz…

         Bu İstanbul romanında Çokum, önceki anlatım yöntemlerinin dışına çıkıyor, yaşadıklarından esinle değişen şehri ve hayatı kayıtlardan bağımsız, özgür bir dille ortaya koyuyor. Eski Anadolu Türkçesine gönderilen selamlar ve ironik unsurlar bir arada. Yer yer mizahla örülü anlatı incelikleri, iğneleyici, dokunduran ögelerse hem tok sözlü tespitlere zemin hazırlıyor hem de okumayı keyifli kılıyor.

          “…Aysan daha sonra Kadıköy’de kilise çanlarına açık bir Ermeni evinde tek başına yaşamaya koyulmuştu. Bunları bir çırpıda anlatmıştı; Anadolu yakasının ağaçlarının daha konuşur gibi olduğunu, ezan sesi kadar çan sesinin de İstanbul’a yaraştığını, en çok da kiliseden o civara yayılan org sesinin tutkunu olduğunu, anlatmıştı.”

                                      GECE RÜZGÂRLARI

         

           “Tepeşehir düğümü”, “Himmet olayı” ve bunları çözmeye çalışan Süsen Divitçi. Birisi intihar çizgisine gelecek, fakat kim? Gece Rüzgârları boyunca bu sorunun cevabını arayan Sevinç Çokum, Süsen’in 126. rüyasındaki izlerden yola çıkıyor. Birbirine geçip bütünleşen iki ayrı hikâyede gizemden gizeme koşturuyor okuyucuyu.

        Çokum, Özal devrinin toplum ve özellikle kentteki kadın üzerinde yarattığı etki ve değişimleri de romana fon olarak örüyor. Şehrin çarpıklaşan çehresi içinde ideoloji kargaşasından sonra çıkarlarına koşan kesimler… Gece Rüzgârları Sevinç Çokum’un mizah, eleştiri, ironi cephesinin iyice görünür olduğu ve yeni derinlikler kazandığı romanı.

         …Ben herkesi mutlu sanırdım bu ferah evlerde. Bahçelerimizde, çoğu fırlattığımız çekirdeklerden çıkma ağaçlarımız büyürken çocuklarımız da büyüyorlardı. Onların diretgen ince bağırtılarının zamanla nasıl delikanlılaştığını içim hüzünlenerek fark ederdim. Arada bir kavgalar, sövmeler de eksik değildi ama biz çepeçevre karanfil, krizantem, gül tarlaları arasında anarşiyi, terörü arkamıza almış, yalnızlıkları, yoksullukları unutmuş yaşayıp gidiyorduk.

      … Burası yeni kurulmuş bir semtti, evleri beyaz, göğü açık, yüksek bir alana yayılmıştı apartmanlar. Mavi dikenlerini, böğürtlenlerini yitirmemiş soluklu bir mekân… Az mı yürüyüş yapmışlardı kocası Sungur’la tepeye giden yolda… Kimi zaman geniş bahçelere dalarak, dutçular sabah siftahına yuvarlak seyyar tablalarıyla çıkmadan evvel kadınlı çocuklu kalabalığın arasına karışıp hasırlara, çadır bezlerine silkelenen dutlardan satın aldıkları çiyli sabahlar. Sonra silah seslerinin yırttığı gök. Ölüler ölüler… Bahçelerde, tozlu sokaklarda apartmanlarda “anarşist” avı.

                                                                     GÜLYÜZLÜM

  Sevinç Çokum Gülyüzlüm’de, köyden kente göç olgusu etrafında kendi birikim ve gözlemlerini bir ana-kız İkilisi üzerinde yoğunlaştırıyor. Onların verdikleri sahipsiz savaşı ortaya koyuyor romanda. Kültür çatışmasını temel alan ve yaşanmışlığı fark edilen bu ana-kız hikâyesinde, gelişmekte olan Ayşenaz’ın uyumsuzluklarıyla birlikte dünyasının duruluğu unutulmazlaşıyor. Tabii Gülyüzlüm adının gerisindeki güçlü anne de…

        Otobüs şehrin sık yapılarını geride bırakıp, henüz kıştan çıkmamış, çıplak, uykuda ağaçlara, ıssızlıklara, mor dağlara kavuşarak yol aldı. Gün geceye vardı sonra. Uyudu, uyandı. Ve her uyanışta “Yenildim mi?” diye sordu kendine. Evetleri aradı, hayırlar yol vermedi evetlere… Kızı ötelerin ötesindeydi ve belki uyuyordu, Binnur anaya uğradığında “Sana emanet,” demişti. Ayşenaz kabullenmişlikle bakıyordu anasına. Daha olgun, daha aklının çizdiği yolda. Anasının eteğine yapışmıyor, ağırbaşlı, ama dolu dolu bakıyordu. “Bizimkisi hep ayrılık üzerineymiş,” diyordu şimdi. Seçemediği şekillerle akıp giden yola bakarak…

                                     DELİ ZAMANLAR

           27 Mayıs sonrası… Ayrışmaların yeni fikirlere gebe olduğu çatallı dönemde üniversite öğrencisi yeni yetme bir kız… Ve genç kızın teleskobundaki en parlak gezegen Aypare… Aypare Türkiye’de kadının geldiği, vardığı, parladığı ve söndüğü noktaları çok iyi kavramış, aydın olmanın yalnızlığını tatmış bir öncü. Akılcı, bireyci toplumcu, fakat seven bir kadın… Sevinç Çokum, Deli Zamanlar’da Aypare’yi, çevresindeki insanları, onun politika ataklarını, insanların düşmanlıklarına toslayışını, kırılışını ve yeniden bütünlenişini anlatıyor. Bütün bu hengâme ve atmosferi, sağı ve solu yaralayıcı bir nesnellikle irdeliyor. Deli Zamanlar ayrılıklar, kopuşlar üzerine kafa yoran ve sevgiyi ihmal etmeyen renkli bir roman.

        “Benim sokaklarımın radyoların yanı başına çekilmiş solgun yüzlü gençlerinin yerini Nişantaşı’nın yokluğu, darlığı bilmeyen çocukları almaktaydı. Anadolu çocuklarına gelince, kimileri muti ve sadık, devletinin bekçisi kimliğinde okuluna gidip gelirken, kimileri kabuğunu sol adına kırmaktaydı. Motosikletli Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Levent çocuklarının The Beatles sevdalan, ansızın bastıran bir sağanaktan nisan yağmuru romantizmine döndükten dört beş yıl sonra sosyalist yapılanma ile hippiliğin yan yana yürümesini görecektik. Bunlar dünyada sükûnet bulduğunda bizim sokaklarımızın kaldırımlarında sürecek ve ancak yeni bir patlamanın eşiğinde sönüp gideceklerdi… “

 

                               KARANLIĞA DİRENEN YILDIZ

        Sevinç Çokum, Karanlığa Direnen Yıldız’da Türkiye’de siyasi hayatın önemli durağı 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin etrafında dolaşarak farklı farklı kişilikleri sergiliyor. Aynı apartmanı paylaşan dostların, yakınların ayrılan sofraları; dahası ihanetler, ikiyüzlülükler, esir vicdanlar… Roman sosyal çalkantıların temelinde ferdî zaafları görüyor ve bunları ustaca yansıtıyor. Romanın kahramanı Feridun, özgür bireyi ararken dönem medyasının insan topluluklarını kurnazca manipüle edişlerine şahit olur. Feridun’un benliğindeki kargaşada yer tutan bir başka sevdaysa İncenaz… Sevinç Çokum Karanlığa Direnen Yıldız’da sosyal bir dönem(ec)in içinde capcanlı insan hikâyeleri anlatıyor.

            Babamın odasındaki ağırbaşlılık oda kapısından çıkarken son bulur, ondan sonra genç kız dağınıklıklarına, aşağıki evden taşıdığımız sandık ve konsollar içindeki ayrı dünyaya geçilirdi. Binbir Romanlar, Yelpaze, Ses, Hayat mecmuaları, La Familialar, romanlar, şiir defterleri, artist resimleri, çikolata yaldızları, krepon kâğıdından Cumhuriyet Bayramı süsleri, müsamerelerde giydiğim çoğu yeri yırtılmış kâğıt elbiselerim, kumaş artıkları, kurutulmuş çiçekler, dergilerden kesilmiş gül desenleri, tavus kuşu tüyleri… İşte o kadar. Başka ne getirebildik o dönemden yukarıya?


ÇIRPINTILAR

         Sevinç Çokum, Çırpıntılar’da Avustralya’ya göç etmiş üç kişilik bir ailenin ayakta kalma savaşını, bu savaşın nelere mal olabileceğini, kendi ülkelerine dönüşlerinde yaşadıkları uyumsuzlukları anlatır. Romanda işlenen yabancılaşma, parçalanmış aile, duyguların yarım kalmışlığı, kimlik arayışları, özlem, göç, gurbet, çocukluktan gençliğe adım atarken yaşanan problemler ve “40 yaş sendromu” gibi temalar bizi karakterlerin iç dünyalarına davet ediyor. Çırpıntılar, hafızalardan zor çıkacak, sıcak kişilikler çizen bir aile “Kocaman bir uçakla hiç bilmedikleri bir kara parçasına doğru saatlerce yol alışlarını hatırladı. O gün içinde, karısına belli etmek istemediği bir korku vardı: Bir daha dönememe korkusu. Bir de o bilinmezliklerin arasında zorlukları taşıyamama korkusu. Sahi bu kıta hakkında Fahri ağabeyin anlattıklarıyla ansiklopedilerde okuduklarından başka ne biliyordu ki? Bir de Patrick White’ın yazdığı Çöl adlı romanı okumuştu değil mi? Çöl… Yıllar önce Avustralya’yı keşfe gidenlerin, uçsuz bucaksız bir çölün ötesini arayanların hikâyesi… Koca bir çölde tükeniş.”

                                   AĞUSTOS BAŞAĞI

       Türk öykücülüğünün zarif sesi Sevinç Çokum’dan bir Kurtuluş Savaşı romanı. Romanın mekânı, Osmanlı’nın kuruluş toprağı olan Söğüt. Karakterler çok boyutlu ve derin: Yusuf, Esma, Kayalı Süleyman, Nafiz Bey, Selim ve dahası. Karton olmayan, sığlıktan uzak karakterler. Lirik ve konuşkan.
Cumhuriyet’in kuruluş tomurcuklarını, sırf yazılı belgelerle değil, o coğrafyada yaşamış Ali Amca, Memiş Dayı gibi gerçek kişilerden dinledikleriyle hikâye ediyor Çokum. Bilmediği bir coğrafya üzerine konuşmuyor anlatıcı; bildiği, tecrübe ettiği, toprağını gördüğü bir yerden ses ediyor. Söğüt mavi—mor tepelerin ardındadır, derken, bizi de bir maviliği, morluğu görmeye davet ediyor. Bu daveti karşılıksız bırakmayacak muhataplar, Sevinç Çokum’un açık penceresinden haberdar okuyucular.


HİLAL GÖRÜNÜNCE 

          ”Hilal Görününce, Türk edebiyatında hak ettiği kadar yer bulamamış bir coğrafyayı, Kırım’ı anlatıyor. Tatarlarla Osmanlı ilişkilerine de yer veren roman, 1853-1856 Kırım Savaşı’nın öncesi ve sonrasını kapsayacak şekilde ilerler. O yılları bir Tatar ailesinin gözüyle canlandıran eser, Kırım’a has, renkli örf ve âdetlerle zenginleşmiş, destansı bir nitelik kazanmıştır…”

Şafak sökerken Salgır Nehri kıyılarına varmıştı. Çatır Dağı’ndan doğan su durgundu. Yağmur bekliyordu. Adını aldığı bu nehirden su içti. Durup dinlendi. Sonra eski günlerdeki canlılığını yeniden bularak nehir boyunca yürüdü, koştu. Yaz güneşiyle kavrulmuş bozkırın kokusunu almaya başlamıştı. Doğduğu, bir tayken koştuğu bozkırın… Bazen taşlı kayalı yerlerde tökezliyor, yine de yürüyor, koşuyordu.

Kuzeydeki düzlüklere varınca yürümeyi öğrendiği bu yerleri tanıdı. Başını göğe kaldırıp birkaç defa kişnedi. Sahibini çağırdı. Durup bekledi. Oradan geçen köylüler bu sahipsiz hayvanı görerek yanına yaklaştılar. Salgır bu yabancılara ürkek baktı. Sonra dönüp dörtnala oradan uzaklaştı…

  BİZİM DİYAR

            ”Yattığı yerden yıldızları görebiliyordu. Gece kuşlarının ötüşleri bahçeden doğru oraya kadar uzanıyordu. ‘Ey ağustos böceği! Cümlemizde ötersin. Cümlemizde akşama doğru ölürsün.’ Şiir miydi bu, neydi? Nerde okuduğunu hatırlayamıyordu. Çünkü yıldızlar vardı, çünkü böcekler ötüyordu. Geceleri türküler…

          Geceleri Rumeli.. Çökük yıkık köyleri yeni baştan, yeni baştan kuruyorlar… İhtiyarların konuşmaları uykular arasından işitiliyor. O fısıltılar hep Rumeli’yle ilgili. Bağlar bahçelerle, ovalarla donanıyor etrafları ve bir su sesi ince ince akıp yakınlarından geçiyor. Vardar kıyılarında sarı çiçekler… Orada barınanlardan bazıları birer ikişer sokuluyor yanlarına. İşte burası İstanbul’dur. Rumeli bir rüya…”

         Bizim Diyar, Sevinç Çokum’un 1978′de yazdığı  ikinci romanı… Yazar bu romanıyla tarihimizin önemli bir kesitini günümüze getirmektedir. Bu kitabı yazılı kaynaklardan yararlanmanın yanısıra, yakınlarından dinlediği Rumeli’nin gerçek hikâyeleriyle oluşturmuştur. Osmanlı Devletinin çöküş yıllarını, Balkan Savaşı ve Rumeli göçlerini ele alan yazar, bu kopuşu derinden yaşamış olanların hikâyesini o çevreden seçtiği karakterlerle romanlaştırmıştır. Bizim Diyar’ın bir özelliği de kaybedilen Rumeli’ye ait kültür mirasının İstanbul’a uzanmış çizgilerini yansıtmasıdır.

Romanlar için 1 cevap

  1. Yucel der ki:

    Daha lise yıllarımda Ağustos Başağı’nı okumuştum, edebiyat hocamız bir roman incelememizi istemişti, ben de yatılı kaldığımız okulun kütüphanesinde bu romanı bulmuş -hakkında hiçbir şey bilmeden- okumuştum. Nasıl etkileyiciydi, anlatamam! Birkaç yıl sonra Marmara Üniversitesinde hocamız “Hilal Görününce”yi okuyun demiş ve sormuştu: “Ağustos Başağı’nı bilen var mı?” Galiba yalnız ben parmak kaldırmıştım. Ta liseden beri kalbimde taşıdığım kitap işte benim en mahrem tanıklarımdandı, artık “bana” aitti…
    İşte bu an yazara yöneldiğim an oldu. her ne yazdıysa okudum. Gazete yazılarını bile atlamadan… Öyle ince, derin ve sihirliydi ki bu büyüyü herkesin yaşamasını istediğimden kim tavsiye kitap istese hemen heyecanla Sevin Çokum kitaplarından birinin adını söylüyordum…
    Şimdi Lacivert Taşı’nı okudum. Yeni dünyalara açıldım, hüznünde sızılandım, kervanlarıyla yollara düştüm.. En çok da Hicret Bey’in Deftaer bölümünü beğendim…Gazetenin birinde bir yorumcu “Bu romanı okumayanlar neyi kaybettiklerini asla bilemeyecekler.” diyordu. O kaybı yaşamamak için okudum, ve ona hak verdim: Bu kitap yeni zamanların kör kalbine bir ışık!

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>