Alçiçeğin Moru

AL  ÇİÇEĞİN MORU ÜZERİNE

             “Al Çiçeğin Moru’ndaki hikayeler, sadece şiir okuma tadı almak için bile okunabilir. Kaldı ki bunun yanında modernizm ve yerleşmiş kalıplara kaşı ince bir ironi ile yapılan eleştiriler, bireyin özgürlüğü düşüncesi, dünyadan, yaşadıklarımızdan çok yaşayamadıklarımızın özlemi ile ayrılmak zorunda kalacağımız gerçeği, ölümün yakınımızdaki bir kişi gibi her an karşımıza çıka durması, bu hikayelerin hüzün yüklü duygularla, ama her halükârda kullanılan dilden tat alarak okunmalarını sağlıyor.” ( DEVAMI DERGİDE )

İSA KOCAKAPLAN
Varlık Dergisi    1 Nisan 2013-  sayı 1267

Sevinç Çokum’dan Bir Buket Hüzün…

          Genç bir kalemi var Sevinç Çokum’un, belki taze demeli hatta taptaze, yaşı olmayan bir dünyadan sesleniyor gibi, zamanla sınırlanmamış, bağlanmamış cümleler… Her seferinde şaşırtması bu yüzden olmalı ve tabii hayranlık uyandırması…

      Bu kez hikâyelerle çıktı karşımıza; Al Çiçeğin Moru’nda bir insan bunca farklı hayatı incelikleriyle nasıl bilebilir dedirten hikâyeler var, hikâyelerin içinde kilidi çözülmüş, ciğeri okunmuş insanlar, girdisi çıktısı, eksiği gediği, güzeli çirkini, alaveresi dalaveresiyle ayan beyan açılıp saçılmış bir dünya…

      Vakit geçirmek için çiçekleri sulayan ya da hayatın anlamını bir dolap dolusu kristal bardakta arayan, dolayısıyla derin ve ürpertici bir boşlukta salınan kadınları tanımıyormuş gibi yapamayız. Ve tabii yaşlılık, bizi şöyle ya da böyle değiştirmek için bekliyor pek de uzak olmayan bir yerlerde. Gittikçe daha barışçı olmak yahut içine kapanmak veya ‘sahip olduklarını derin sandıklarda, karanlık mahzenlerde saklayan’ Nurcihan Hanım’a benzemek…

 Hayatı topyekÛn önümüze seren hikâyeler

        İlginçtir, Sevinç Çokum’un hikâyeleri hem yaşama sevinci hem hüzün veriyor, hayatı topyekûn önümüze serdiği için belki de…  Çiçekler var her yerde;  mor gözlü pembe gülüşlü küpe çiçekleri, benekli begonyalar, güller ve petunyalar… Kadın önce çiçekleri suluyor, sonra ‘zamana kıymak ona acı verse de’ takvim yaprağını koparıyor. Bebek yüzleri, torun bekleyen ihtiyarlar, aile bütünlüğünün özendirici resmi… Yine de terazinin kefesinde hüzün daha ağır basıyor. İlk hikâyede daha, ‘Buluşma’ başlığını okuyanlar bir caminin avlusunda musalla taşına yan yana uzanmış bir kadınla bir erkeğin; Neriman Hanım’la Necdet Bey’in hayat muhasebesiyle karşılaşmayı ummazlar kesinlikle. Pişmanlıktan ölen bir adam… Kendi kararını kendisi verememiş hiçbir vakit. Olması gereken yerde değildir, hatta kendine kalsa evleneceği kadın da o değildir; ama iş işten geçmiştir bir kez.

      Çokum’un hikâyelerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir itirazdır bu; “Necdet Bey, orada kalabalığın ayak sesini, küçük küçük ahlanmaları duyarken, bu insanların onun ölümüne değil, kendi kararlarıyla var edebileceği bir yaşamı olmayışına ağlamalarını isterdi. Pişmanlığı, o tasarlanmış, bile isteye kurgulanmış hayatı kendisi yeni baştan kuramadığı içindi. Kurtarılamamış nice ömürler vardı daha, binlerce ve milyonlarca…”

      Başka bir hikâyede Dürrü Bey, yazarın temennisini duymuş gibidir. Karısı Neyyire’nin ve bakıcısı Mestane’nin saniye şaşmayan ilaç ve uyku saatleri ve içimi zor bitki çaylarıyla hayatını kurutmasına seyirci kalmaz Dürrü Bey, bir gün mavimsi bir ceket giyer ve hapis kaldığı evden dışarı çıkar; “Bunu yapmalıyım. Bunu yapmazsam dünyanın yaşanılası nesi kalıyor geriye?”… Dünya da kimseye kalmıyor ama… Son hikâye, “Yaşamak Bir Şiirdi Belki”de, karısını kaybeden Sıtkı Bey sıranın kendisine geldiğini sezmiş olmalı ki ayaküstü edebiyat sohbetleri yaptığı komşusuna Yahya Kemal’den bir dörtlük  okuyor:

“Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada
O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden diğerine
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine…”

         Sonra yazar soruyor: “Peki neydi o telaş?” “Eve patates lazım Sıtkı Bey, patates unutulmasın! En iyi bugün halk pazarı var. Dur bekle, beraber gidelim…” Okur, hayatın bilmecesini çözebilir, esrar perdesini aralayabilir mi bu hikâyelerde Geçiciliği görebilir hiç değilse, dünyanın cıva gibi elde avuçta durmayan bir şey olduğuna kani olabilir. Pazardan, ellerinde ağır poşetler, yüzleri pembeleşmiş dönen Sıtkı Bey ve Dürdane Hanım da öldüyse…

Gemisini yürüten kaptanlar

      İnsan adedince hikâye… Bir de ‘Firak’ var unutulmaması gereken. Keloğlan benzeri bir kahraman, güngörmüş annesiyle yaşıyor, onun gibi iyi niyetli ve saf… Düğünlerde, eş dost meclisinde insanları güldüren Firak, Keloğlan’a benziyor benzemesine de okuduğumuz bir masal değil ve yazarın dediği gibi: “İyi niyet yetmez dünyayı anlamaya. Dünya dışımızda insanlarıyla, çapraşıklığıyla var oldukça.”  Yazar, televizyona çıkmayı uman Firak’ın yere çakılışını anlatırken o ışıltılı dünyanın ‘plastik’ insanlarına dair öyle dehşetli tasvirler yapıyor ki içiniz buz keser. ‘Kamaşma’ başlıklı hikâyede bir kez daha karşımıza çıkan ve bu kez hayatın başka bir çapraşıklığını gören, gösteren Firak, o tuhaf ismiyle, şöhretlerin nasıl şöhret, zenginlerin nasıl zengin olduğunu anlayamayan ‘ezik’ bir karakterdir. Kim bilir belki de yazar başka hikâyelerde yine karşımıza çıkaracaktır Firak’ı, dünyanın eğri büğrü, cangıl cungul yollarında yine yürütecektir onu ki biz de ‘gemisini yürüten kaptanları’ daha iyi tanıyalım.

       Hâsılı, hikâye okumayı hayattan bir cüz okumaya ya da insana ayna tutmaya benzetenler için Sevinç Çokum iyi bir adrestir. Edebi lezzete gelince, cümlelerin ahengi karşısında kızarmış tavuk gören tilkiye dönersiniz. Ne desek boş, boş ama; bir şey daha diyelim. Sevinç Çokum’la yolları kesişmemiş edebiyatseverler kendilerine yazık ederler.

Ülkü Özel Akagündüz
2010 Kitap Zamanı / Zaman Gazetesi

RADİKAL KİTAP EKİ        “Acının Bağrında… “

          “Narçiçeği Nasıl Kokar’ın İkinci Dünya Savaşı için, daha doğrusu bütün savaşlar için yazılmış en güzel öykülerden biri olduğunu kendi kendime söylüyordum…”

         ‘‘Küçük fareler ekmek kırıntılarını küçük çocuklarla paylaşıyorlardı. Küçük fareler çocukları tanıyorlardı. Küçük farelerin küçük gözleri vardı. Ve onlar da en az insan kadar yaşama çabası ve direnci gösteriyorlardı. En az insan kadar sevgi doluydular. Küçük çocuklar farelerden korkmuyorlardı. Küçük fareler çocukları seviyorlardı. Küçük fareler küçük çocuklarla dost olmuşlardı.” Buraya kadar, yukarıdaki satırlara, alıntıya kadar direnmiştim. ‘Narçiçeği Nasıl Kokar?’ kitabın ikinci hikâyesi. ‘Al Çiçeğin Moru’, ‘Buluşma’yla başlıyor. ‘Buluşma’da da direnmiştim; Sevinç Çokum’un başarısı, anlatım ustalığı, duyarlılığı falan diyordum. Ama küçük farelerle küçük çocukların dostluğunda büsbütün yenik düştüm. ‘Narçiçeği Nasıl Kokar’ın İkinci Dünya Savaşı için, daha doğrusu bütün savaşlar için yazılmış en güzel öykülerden biri olduğunu kendi kendime tekrar tekrar söylüyor, kalakalıyordum… Sevinç Çokum’un hikâyeleriyle tanışmam eskilerde. Belki daha önce yazmışımdır: 1972’de Behçet Necatigil Eğik Ağaçlar’ı okumamı salık vermişti. Sevinç Çokum’ ‘sağcı’ yazarlar arasında sayıyordum. Okuyamayacağımı söyledim; usta Necatigil’den okkalı bir azar işitmiştim. Bu böyle uzun süre sürdü gitti. Bir gün ‘Gece Kuşu Uzun Öter’i okuyunca, başa döndüm, taa ‘Eğik Ağaçlar’a. Çok önemli bir hesaplaşma yazarıyla yüz yüze geldiğimi biliyordum artık. Sağdı soldu derken, Sevinç Çokum’a ne denli haksızlık yapıldığını da. Onun üç romanı, ‘Deli Zamanlar’, ‘Gece Rüzgârları’ ve ‘Tren Buradan Geçmiyor’, yakın tarihimizin çok değerli ve çok çarpıcı ödeşmeleri. Sağdan sağa uçsuz bucaksız eleştiri mi, yoksa solun ısrarla görmezden geldiği bir yazarın aşananlar için ağıtları mı, kestiremiyorum. Üstelik, yazarın kendisi, galiba geçen yıl, bir söyleşisinde, siyasete bakışını dünden bugüne seçik bir ifadeyle dile getirmişken…

     Tekrar ‘Al Çiçeğin Moru’na dönüyorum. Geriye dönüşlerle şimdimizi yorumlayan bir dizi öykü. Gerçekten yürek yakıcı öyküler. Örnek alınası bir işçiliği verimleri. Her şeyden önce, yaşadığımız toprağın dinmez sancısına kulak vermiş, duygun, sağduyulu, çeşit çeşit maskeler takmamış bir yazarın öyküleri. Sevinç Çokum bu kez, epey zor, çetin ceviz bir hikâye etme yöntemini tercih etmiş: Kesitler, yaşamdan kesitler. Ve bu kesitler için birer başlangıç, birer sonuç gereksinilmemiş. Diyebilirim ki, her bir boşlukta. Fakat öyle bir boşluk ki, girdabına sizi çekmekte gecikmiyor. Dümdüz yol aldığınızı sanmışken, tıpkı ‘Sazlık Ürperiyordu’da olduğunca, siz de “göçmüş, bir yanardağ ağzı gibi duran çukur”a düşüp, girdaba kapılıp gidiyorsunuz. Demin birkaç paragrafını alıntıladığım ‘Narçiçeği Nasıl Kokar?’ sözgelimi, çok sonraki bir dönemden, adeta serinkanlılıkla, mesafeyle savaş yıllarına bakarken, anımsayışlar, izler, izdüşümler, hele o ekmek kırıntıları leitmotifi, git git savaş kâbusunda kalakalınıyor. Gerçi savaş başka yerlerde. Gelgelelim silik anılar, altı özellikle çizilmemiş çözümlemeler, bu savaşın hep sürdüğüne işaret ediyor ve kâbus yeniden yeniden başlıyor.

        Bazen birbirine de bağlanıyor bu hikâyeler. Hızla değişen, değerlerini, anlamını hızla yitiren, yitirdiğini ise asla algılayan bir yaşamaya. Öyle sanıyorum ki, hepimizin yaşamasına. Gündeliğin hayhuyunda bir türlü göremediğimiz kayıplar, çoğu kez, öykü kişilerinin iç dünyalarında bir parlayıp bir sönüyor. Derken yine biteviyelik, birörneklik, boşunalık. Gündeliğin hayhuyu, farkına varamamışlık, git git, adlandırılmamış bir insan, sevgi, şefkat kıyımına yol alırken, yazar, o faşizan dünyayı çok yalın bir dille tasvir ediyor. Hep teğet geçilmiş ilişkiler. Hep teğet geçilmiş acılar. “Sanki oradan tozlu, bakımsız bir bahçenin iki kanatlı gıcırdayan kapısını kapayarak ayrılmıştık.”

       Son hikâyenin, ‘Yaşamak Bir Şiirdi Belki’nin son cümlesi. Neyse ki, ‘Al Çiçeğin Moru’ içteki sızıyı, çağıltıyı çoğalttıkça çoğaltıyor.

SELİM İLERİ
13 KASIM 2010  SAYI: 504

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>