Bahtiyar Vahabzade


Azerbaycanlı ünlü şair ve yazar Bahtiyar Vahabzâde’nin Sevinç Çokum’un 2000  yılında yayımlanan Deli Zamanlar romanı için Bakü’den gönderdiği mektup…

Sayın Sevinç Hanım!“Deli Zamanlar”ı çok dikkatle okudum. Düşüncelerimi mektup aracılığıyla birkaç cümleyle ifade etmek istedim. Fakat sizden mektup aldıktan sonra bu isteğimden vazgeçtim. Mektuptan anladım ki, benden eser konusunda geniş düşüncelerimi bekliyorsunuz. Eserle ilgili düşüncelerimi yazmak için onu yeniden   okumalı, not almalıydım. Fakat yeni piyes üzerinde çalıştığımdan yarım
bırakamadım. Piyesi bitirdim. Romanınızı yeniden okuyup not aldım. Makalemi mektup şeklinde yazmayı uygun buldum. ENTELEKTÜEL ROMAN “ Deli Zamanlar” gözlerim önünde tüm ayrıntıları ve çelişkileriyle 60’lı yılların Türkiye’sini canlandırdı. Bana 60’lı yılların Türkiye’sini tanıtdınız. Türkiye’nin o dönemiyle bağlı genel bilgim olsa da, romanınız bana o dönemin Türkiye’sini  gösterdi. 19. Yüzyıl Rus Edebiyatının ünlü eleştirmeni Belinski’nin söylediği  gibi” Yazar anlatmamalı, göstermelidir.”Siz de bana o dönemin Türkiye’sini  gösterdiniz. Romanı okudukca o zamanın Türkiye’sinde yaşadım. Bunu sizin birinci  başarınız olarak değerlendiriyorum. İkinci başarınız kahramanlarınızın canlılığı  ve tipolojik kâmilliğidir. Aypare, Bayhan, Maruf Bey, Gülfem, Özlem, Vahit, Cengiz, Selime ve nihayet romanı bize aktaran birinci şahıs, yani olaylara bizzat katılan- yazar. Bu kahramanların hepsi bana tanış olsa bile Aypare’ni sevdim. Yani bana sevdirdiniz. İşte sizin romandaki ikinci başarınız… Aypare’ni  nasıl sevmeyeyim? Duyarlıdır, çılgındır, çağdaş kadındır, sevmeyi ve nefret  etmeyi biliyor; zamana ayak uyduran, çırpınan, düşünen, heyecanlanan, duyan, tek
kelime ile baştan-ayağa kadındır. Bu noktada yaşlı Maruf Beyi Bayhan’a hiyanette suçlayamayız. Çünkü Aypare gibi bir kadını sevmemek mümkün değil. Aypare’nin mücadelesi, düşünceleri son derece ilginc, eğiticilik açısından çok değerlidir. Aypare’nin “batılılaştık, artık Osmanlı değiliz” “Kendimiz olmaktan hoşnut değiliz” gibi ağrılı ifadeleri ve iç sarsıntısı onun kimliğinden, hangi duygu ve düşüncelerle yaşamasından haber veriyor. Evet, Tanzimattan sonrakı Türkiye’nin en büyük belalarından birisi de aşırı derecede batılılaşmaya meyletmesidir. Türkiye’de öyle insanlara rastladım ki kendinden başka herkese benzemek istiyor.Bu da millet için büyük faciadır. Bayhan da böyle birisidir.“Karşımda Moris Ronet yüzlü Bayhan benim kıyamadığım halkı böyle aşağılamaktan, hayır hayır suçlamaktan hiç de üzüntü duymuşa benzemiyordu. Oysa bu mağrur halk, abdesthanesini evin içine sokmayacak kadar medeniydi.” (s.20) Böylelerini çok kibar bir şekilde kendi iç dünyanızdan geçirerek büyük maharetle kamçılıyorsunuz. Bayhan gibilerine uyarak siz de sarhoş bir halde lambada (lamamba) havasıyla dans ediyorsunuz. Dans ederek hem de “Mağara devrini idrak ediyoruz.” diye düşünüyorsunuz. Sarhoş, vahşi mağara insanları gibi yarı çıplak şekilde, hoplayarak dans etmek medeniyet değil, bu mağara devrine dönmektir, vahşileşmektir. Evrimde tenezzüldür, geriliktir. Siz düşüncelerinize devam ediyorsunuz.”Hep değişmek, başkası olmak için çabalayışım nereye varacak, nerede duracak?” Sizin en büyük ustalığınız kendi içinizdeki itirazınızı, hem de kendinize itirazınızı şiar, slogan şeklinde değil, duygular, düşünceler şeklinde vermenizdedir. Bu da sizin üçüncü başarınızdır. Kendini beğenmemek, Batının karşısında eğilip onu körü-körüne taklit etmek, kendi milli değerlerini unutmak, her zaman biz Türklere pahalıya mal olmuştur.Yıllardır Türkiye Avrupa Birliğine girmek için kapılar çalıyor, az kalsın yakarıyor, onlarsa vaad ediyor fakat aslında kuyu kazıyorlar. Bence Türkiye yüzünü Batıya değil kendi kardeşlerine- yani doğuya çevirmelidir. Şüphesiz Batının teknolojisinden, ilminden yüz çevirmek doğru olmaz. Yazarla Aypare’nin Batı müziği konusunda sohbeti çok hoşuma gitti: -Albinoni’nin Adajiosu… Sever misin ? -Evet, bana hüzün veriyor. Ama ben hüznü seviyorum.(s.122) -Ben de hüznü seviyorum. Beethoven’nin “Aylı Sonat”ı, “Dokuzuncu Senfoni”si, Şubert’in “Gece Sonatı”, Motsart’ın” Rekviyem”i başlı başına hüzün, keder değil mi? Hüzün, kederse insanı düşündürür, hayatın iğrencliklerinden ayırıp göklere kaldırıyor. Tasavvuf müziği? O da öyle. Büyüktür, derindir, felsefidir… Bizim Azeri bestecilerimiz milli müziğimizle Batı müziğini sentezleştirerek yeni bir müzik ortaya koyuyorlar. İşte asıl yol budur. Aypare de bu iki medeniyeti, bu iki düşünce tarzını kendinde birleştiren yeni bir Türk kadınıdır. Siz de müzik aracılığıyla Aypare’nin timsalinde bu iki medeniyetin kaynaşmasını, bunun belirtilerini vermek istemişsiniz. Bu, çok güzel. Fakat kalbini tamamen Batıya vererek kendini unutmak kendi medeniyetine üstten bakmak bir millet olarak bizleri mahvediyor Aypare’nin Ermeni Yervant’la sıcak ilişkilerini, onun komplimanlarını kabul etmesini, onunla dans etmesini anlayamadım. O her ne kadar çağdaş kadın olsa bile Türktür, Müslümandır. Ben Türk kadınını böyle görmek istemezdim. Romanın 137. sayfasında Aypare Yervant’la ilgili şöyle diyor: ” Çaykovski’yi bayağı güzel çaldı.Herşey gençlik, tazelik
kokuyordu, o çocuk, Yervant, belki benden on yaş ufaktı.” Demek ki Aypare hayat kokuyan Yervant’ın isteğine cevap vermemesinin asıl sebebini Ermeni olmasıyla değil, onun yaşça küçük olmasıyla bağlıyor. Acaba Türkiye’de “hayat kokuyan” Türk çocuğu yok muydu? Ve tüm bunlar neye hizmet ediyor? Aslında Yervant’la bağlı olan yerler romana hiçbir şey ilave etmiyor.Bunlar romandan çıkarılabilir. Siz bu eleştirilerimi muhafazakârlığıma ve aşırı milliyetçiliğime de bağlayabilirsiniz. Olabilir. Fakat Türk kadını yalnız cinsel olarak kadın değil, o aynı zamanda erkektir, kahramandır. Göktürkler döneminde erkeklerle beraber kadınlar da savaşırdı. Bunun için de bir Türk kadınının başka milletin oğluna meyletmesini hiçbir şekilde hazmedemiyorum. Romanda olayları aktaran yazar kendisi de romanın bir kahramanı, yani kahramanlarından birisidir.Demek ki romanı otobiyografik olarak ta tanımlayabiliriz. Bellidir ki herkesin hayatın belli dönemlerinde deli zamanları oluyor. Siz kendiniz Mehmet Nuri Yardım’a verdiğiniz söyleşide haklı olarak “ Yazın dağ doruklarından inen kar suları akacak, birikecek bir yer arıyor…Hata da yapılır insan keşmekeşinde, yanlış insanlarla da bir araya gelinir. Yanlışsız insan olmaz…Aldanmanın yaşı yoktur.” Diyorsunuz(Türk Edebiyatı Dergisi, Ocak) Haklısınız…Ve sizin bir insan gibi
yaşadığınız deli zamanlar ve sizin hatalarınız, arayışlarınız romanda bedii bir şekilde yeterince aksini buluyor. Diliniz akıcı ve bediidir.En önemlisi arınmış saf Türk dilidir. En çok hoşuma giden şeyse, romanın dilinin sahte, uydurma öztürkçeden uzak olmasıdır. Bununla beraber son zamanlar Türk yazarlarının dilinde Türk dilinin kuralları bozuluyor.Mübteda sona, haberse öne getiriliyor. Maalesef bunu sizde de gördüm. Romanın 73.sayfasında “Destansı şiirler okuyordum gecelere akşam serinliklerinde üşüyerek,” yahut, “ Sabah ondan geldi ses.” Diye yazıyorsunuz. (s.114) Bu cümlelerde ayrı-ayrı kelimeler Türkçedir…Ama her iki cümle yapısına göre Rusçadır. Birinci cümlenizin Türkçesinin böyle olması daha uygundur. “Akşam serinliklerinde üşüyerek gecelere destansı şiirler okuyordum.” İkinci cümlede “ geldi ses” Türkçe mi? Siz de çok iyi biliyorsunuz, Türkçede “geldi ses” deyilmez, “ ses geldi” deyilir. Bunlar herkese belli olan hakikatlardır. Siz cümlenin başını ayağa, ayağını başa geçirmekle orijinallik mi yaratmak istiyorsunuz? Hayır , orijinallik bu değil.. Son olarak söylemek istediğim şu ki 60-lı yıllar Türkiye’sinin manzarasını çizen “ Deli Zamanlar” romanınız Türk edebiyatında yeni bir olaydır. Bu romanınızı sıradan bir roman değil, “Entelektüel Roman” olarak değerlendiriyorum. Bahtiyar Vahapzâde Not: Bu mektup üzerine Bahtiyar Vahapzâde bir telefon konuşmamızda “Bazı kırıcı sözleri dolayısıyla alınıp alınmadığımı sormuştu.” Ben de alınmadığımı ifade etmiştim. Eğer alınsaydım bu mektubu buraya almazdım. Fakat yıllar sonra bu satırları okuduğumda özellikle bazı paragraflar sebebiyle yazılı bir cevap hakkımın doğmuş olduğunu gördüm: Onları şimdi yazıyorum. Türk Edebiyatında ayrı bir yeri olduğunu bildiğim, benim de sanatına, dostluğuna saygı duyduğum Bahtiyar Beye Deli Zamanlar’ı Türk Edebiyatında yeni bir olay olarak nitelendirdiği için teşekkürüm var. Ne ki Ermeni genci Yervant ve devrik cümle meselesini açıklayıcı birkaç cümlem olacak. Gençlik dönemimi yazdığım o romanda bir takım yanlışlarımı sergilemek gibi bir gayem hiç olmadı. Böyle olmadığı gibi ayrıca 60’lı yılların Sevinç Çokum’unu hiç te hatalı bulmuyorum, o günlere saygım ve bağlılığım var. Deli Zamanlar günah çıkartma romanı değildir; içtenlikle yazılmıştır ve başarılı görülmüşse samimiyetinden dolayıdır. Aypare’nin Ermeni genci Yervant’la dans etmeleri karşısındaki hayranlığıma gelince; onu bugün de aynı duygularla belki daha fazla ayrıntılarıyla yazardım. Orada gece ışıklarının altında güzel bir tablo vardı ve ben o tabloyu canlandırmak istedim. İdeal insan yoktur; roman kahramanları idealize edilmemeli. Bahtiyar Bey, benim devrik cümlelerimi eleştiriyor; fakat ben bunun yanlış olduğunu sanmıyorum. Biz konuşurken hayli devrik cümleler yaparız. Şiir de, öykü de, roman da, o sebeple dilin sınırsız güzelliklerinden yararlanacaktır. Bahtiyar Vahapzâde’nin mektubunu ortaya koymağa çalıştığım sebeplerle, benim değerlendirmelerim göz önüne alınarak okunmasını arzu ederim. Sevinç çokum Necati Mert öykü yazmanın yanında öykü türü üzerinde çalışmaları olan bir yazar. Adalı Sinağrit adlı Sait Faik’in hep öne çıkan İstanbulluluğu Adalı balıkçılığı yanında hep geride duran Adapazarlılığı ve oradan doğma öykülerinin bir okadar değerli olduğunu bu kitapla snladım. Doğrusu mukayese etmemiştim hiç. Necati Mert Adapazarlı öykülerinin en az İstanbullu öyküleri kadar güzel olduğunu söylemek istiyor. Böyle olsa da İstanbul baskın çıkmış nedense şimdiye kadar. Fakat Okuyan Sakarya günlerinbde öğrencilerle buluşmak üzte ben de 48 yazar arasında Sakaryaya gittiğimde bu defa bi Raz daha ayrıntılı gezebildiğim Adapazarının deprenşlereden spnraki güzel evleri ve Yeni Kenti yanında eski Adapazaraının kendisini depremlere rağmen koruyan çzigilerini derinleşen çarşılarını sevdalı yeşilini daha bir fark edince buralarda otuzlum kırklı elli yılları bir sandık sepet yüreğinden geçen trenlerin dumanı isi inceden sesi içinde güneşli güneşli buluverdim. Yqaz ikindisi gibi seçilir bir aydınlıkta.hiç te telaşı olmayan zamanlarda günlerin uzun uzun gerindiği…..ve dedimki kendi kendime Sait Faik buralardan çok şey almış ve alıp ta mutlaka yanında İstanbula çok şey  götürmüştür.

Bahtiyar Vahabzade

Bu yazı Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>