Genel Yazılar

Sevinç Çokum’un Eserleri Hakkında yazılanlar: Kaynak-Künye

Bu Ağaçlar Neden Eğik…Sevinç Çokum’un ilk öykü kitabı “Eğik Ağaçlar” İnceleyen: Mehmet Mustafa Balel-Yeni Ortam, 2 Şubat 1973

“Bölüşmek”Değerlendiren: Abdülkadir Budak- Emel, 26 Nisan 1974

“Bölüşmek “Turgut Güler-Türk Edebiyatı Dergisi, Mayıs 1974,Sayı:29

“Bölüşmek” Selim Yağmur- Hareket Dergisi , Mayıs 1974, Sayı:101

“Bölüşmek” – Sözü Edilmeyenler başlıklı yazı. Samim Kocagöz-Yeditepe Dergisi, Haziran 1974

“Bölüşmek”İnceleyen İsa Kayacan- Yeni Mersin, 11 temmuz 1974

“Bölüşmek”- Küçük Mutluluklar, İnci Enginün- Hisar Dergisi, Temmuz 1974

“Bölüşmek” Yaşar Faruk İnal- Çağrı Dergisi, Eylül 1974, Sayı:200

“Makina” İlhan Geçer- Hisar Dergisi, Mart 1977

“Makina” Bilge Ercilasun- Türk Edebiyatı Dergisi, Haziran 1977

“Makina” Şevket Bulut-Türk Edebiyatı Dergisi, Ağustos 1977

“Makina” Yahya Akengin, Hisar Dergisi, Şubat 1977

“Zor” Nalan Karsan- Günaydın Gazetesi, 9 temmuz 1977

“Zor” Adlı Roman Üzerine Şerif Aktaş- Töre Dergisi, Ağustos 1977

“Zor” İnci Enginün- Hisar Dergisi, Kasım 1977
Kitaplar Arasında “Bizim Diyar” İlhan Geçer- Hisar Dergisi, Nisan 1979

“Derin Yara” Üzerine M.Rana Yılmaz- Konevi Dergisi, Haziran 1984
Bir Roman Üzerine (Hilal Görününce) N.Rana Yılmaz- Konevi Dergisi Eylül 1984

“Hilal Görününce” Prof.Dr.Gürsel Aytaç- Sanat Olayı Dergisi, Ağustos 1985

“Hilal Görününce”nin yazarı Sevinç Çokum- Prof.Dr.Gürsel Aytaç’ın sorularına cevaplar- Sanat Olayı Dergisi,Eylül 1985

Sevinç Çokum’la Bir Konuşma, Olcay Yazıcı- Türkiye Kültür Sanat, 2 Aralık, 1985

Sevinç Çokum:“Türk Aydını Artık Halka Yabancılaştı” Sefa Kaplan-Yeni Haber Gazetesi, 28 Ekim 1986

Çileli Meslek, Necat Aşkın (Kadın yazarlar) Tercüman 4 Ocak 1987

“Hilal Görününce” Prof.Dr.İnci Enginün-Erdem Dergisi, Atatürk Kültür, Dil ve TarihYüksek Kurumu, Şubat 1987

‘İnsanı Ayakta Tutan Ne Varsa Onları Savunuyorum.’ (Sevinç Çokum’un Onlardan Kalan adlı kitabı…) Beşir Ayvazoğlu- Tercüman Gazetesi, 30 Ekim 1987

Sevinç Çokum’un Yeni Kitabı” Onlardan Kalan”-Boğaziçi, Kasım 1987

Kadın Yazarlarımız (Sevinç Çokum)- Tercüman Gazetesi, 6 Mayıs 1990

Sevinç Çokum’un Göç Romanı “Çırpıntılar” Gürsel Aytaç. Hürriyet
Gösteri Dergisi, Ağustos 1991, Sayı:129

“Hilal Görününce” Hülya Eraydın Argunşah- Zaman Gazetesi, 10 Mart 1988 Sevinç
;Çokum’un “Güneşin Son Saatleri” hikayesinin tahlili, Ahmet Kabaklı –Türk Edebiyatı Dergisi, Nisan 1992

“Rozalya Ana” Derkenar, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu- Dergâh Dergisi, Haziran 1993

Sevinç Çokum’un Coğrafyası, Beşir Ayvazoğlu-Türkiye, 8 Şubat1993

Ruh Dünyamızda Bir Gezinti “Rozalya Ana” Özcan Ünlü – Çağrışım 1993

İhtilâlin Romanı Yazıldı (“Karanlığa Direnen Yıldız”) Özcan Ünlü-Türkiye Gazetesi, 24 Kasım 1996

“Karanlığa Direnen Yıldız”Değerlendiren Afet Ilgaz – Yeni Şafak,6 Ocak 1997

İki Kadın Yazarın Romanı Hamit Can (“Karanlığa Direnen Yıldız”) Yeni Şafak, 1997

Gün Işıltısı sevgiler, Osman Aytekin (Beyaz Bir Kıyı üzerine)-Gündüz Gazetesi,4 Ocak 1999

“Karanlığa Direnen Yıldız” Ömer Öztürkmen-Türkiye Gazetesi 17 Ocak 1997

Sevinç Çokum’da Tahkiyenin Üç Unsuru, Ayfer Yılmaz- Türk Edebiyatı Dergisi,Temmuz 1997,Sayı:285

“Karanlığa Direnen Yıldız” ( Doğrudan Doğruya) Ünal Sakman-Türkiye Gazetesi, 23 Kasım 1997

Kadın Duyarlığı Açısından Sevinç Çokum’un Hikayeleri- Hülya Argunşah Doğu Akdeniz Üniversitesi Kadın/ Woman 2000 Haziran

Ruh Dünyamızda Bir Gezinti “Rozalya Ana” Özcan Ünlü-Hece Dergisi,Aralık 2000,Sayı:48

“Ağustos Başağı” Üzerine.Yard.Doç.Dr. Ali Bulut- Türk Dili, Kasım 2004

“Deli Zamanlar”ımı Yazdım, Şemsinur Bektaş- Zaman Kültür,6 Aralık 2000

Sevinç Çokum ve Dört Romanı-Ağustos Başağı, Çırpıntılar, Karanlığa Direnen Yıldız, Deli zamanlar. Prof.Dr. Bilge Ercilasun, Türklük Bilimi Araştırmaları (Uluslararası Hakemli Dergi) Güz 2009 26.Sayı

“Deli Zamanlar”, Ömer Öztürkmen-Türkiye Gazetesi,2 Şubat 2001

Sevinç Çokum’un İstanbul’u, Selim İleri-Cuma Ertesi,10 Kasım 2007

Cesur Bir Roman (Deli Zamanlar-Söyleşi) Özcan Ünlü-Türkiye Gazetesi,2 Kasım 2000

“Umut Bir Dağ Çiçeği Olsa da yahut Uzun Bir Yürüyüş” (Deli Zamanlar hakkında bir inceleme) Mehmet Solak-Hece Dergisi, Ağustos 2002, Sayı:68

‘Şimdi Kendimi Yazıyorum’ (Gece Kuşu Uzun Öter) Ülkü Özel Akagündüz – Zaman Gazetesi, Kültür Sanat, 6 Şubat 2002

‘Yaşadıklarımı Çiçek Tacı Hazırlar Gibi Bir Araya getirdim.’ Sevinç Çokum’un Hevenk-Kayıp İstanbul adlı kitabı hakkında…Ülkü Özel Akagündüz- Zaman, 21 Nisan 2003

‘Şimdi Kendimi Yazıyorum’ ( Sevinç Çokum’un” Gece Kuşu Uzun Öter” adlı öyküleri hakkında, Ülkü Özel Akagündüz- Zaman, Kültür Sanat, 6 Şubat 2002

Sevinç Çokum ile konuşma; ‘Ben Aslında Keşfedilmemiş Bir Şairim.’ Konuşan;İsa Kocakaplan- Türk Edebiyatı, Haziran 2003, Sayı:356

“Yitik Bir İstanbul Masalı” (Hevenk-Kayıp İstanbul) Ayşe Yılmaz-Türk Edebiyatı Dergisi, Haziran 2003,Sayı: 356

Kırım Türkleri’nin Hikayesi-“Rozalya Ana” Yunus Ayata-Türk Edebiyatı Dergisi ,Haziran 2003, Sayı:356

“Hevenk” Sabahat Emir – Türkiye Gazetesi, Kültür Sanat 3 Haziran 2003

“Kayıp İstanbul” Ayla Ağabegüm-Türk Edebiyatı Dergisi, Haziran 2003, Sayı:356

Türk Kültürüyle Yoğrulmuş Bir Roman” Hilal Görününce”, Rahim Tarım-Türk Edebiyatı Dergisi, Haziran 2003, Sayı:356

Bir Facianın Romanı- “Bizim Diyar” Hidayet Özcan- Türk Edebiyatı Dergisi, Haziran 2003, Sayı:356

Göçe Maruz KalanTürkler ve Edebiyata Aksi (Bizim Diyar)i-Sevinç Çokum,Didem Uslu ve Halimat Bayramuk …Kaleme alan: Orhan Söylemez –Türk Edebiyatı Dergisi Haziran 2003, Sayı:356

Sevinç Çokum’un Romanlarında Mekanın Kullanımı, Sezai Coşkun-Türk Edebiyatı Dergisi,Haziran 2003, Sayı:356

Sevinç Çokum’un “ Kaybolmuş Akşam Alacaları” ( Rozalya Ana Kitabından…)Özcan
Ertuğrul-Türk Edebiyatı Dergisi, Haziran 2003, Sayı: 356

Sağ Sol Duvarı Yıkıldı- Sevinç Çokum’un Sofrasında… Selim İleri ve Sevinç Çokum Söyleşisi- Zaman Kültür ve Sanat- 3 Temmuz 2005

Sevinç Çokum’un Âh Kasidesi… İsa Kocakaplan- Berceste, Eylül 2007

Sevinç Çokum’un Mağrip Hikayeleri… İsa Kocakaplan – 80 Sonrası Türk Hikayesi Sempozyumu Tebliğ” 19-20 Ekim 2007

Söyleşi: Selim İleri’den Sevinç Çokum’a beş soru…(Tren Burdan Geçmiyor romanı ve diğerleri hakkında)- Dünya Kitap, 2 Kasım 2007

‘Her şeyi yazabileceğimi bu romanda ispat etmek istedim.’ Murat Tokay Sevinç Çokum’la Söyleşi- Zaman Kitap, 3 Aralık 2007

‘Kendimi Hep Gurbette Hissettim.’(“Tren Burdan Geçmiyor” için söyleşi) Hale Kaplan Öz-Yeni Şafak Kitap Eki, 5 Aralık, 2007

Hepimizin Romanı (Tren Burdan Geçmiyor hakkında) Yasemin Bay- Milliyet Kitap, Mart 2008

Küreselleşmenin Gölgesinde “Tren Burdan Geçmiyor” incelemesi -Funda Özsoy Erdoğan-Türk Edebiyatı Dergisi, Mart 2008

Sevinç Çokum’u Okurken…( Sevinç Çokum’la İlgili Bir Değerlendirme Yazısı.) Sibel Eraslan-Gerçek Hayat Dergisi, Eylül 2009

“Al Çiçeğin Moru” Söyleşi… Murat Tokay- Zaman Gazetesi, Cuma ertesi, 27.11.2010

‘İdraklerimiz Karmaşık Bir Bütündür.’ (Sevinç Çokum’un “Arada Kalmış Tebessüm” romanı) İnceleyen Ömer Erdem -Radikal Kitap15 Ocak 2010

Yükselen Her Sınıf Ötekini Yok Sayar (Sevinç Çokum’un Romanı “Arada Kalmış Tebessüm”) Söyleşi-Halime Biray-YeniŞafak Kitap Eki,3 Şubat 2010

Arada Kalan Yalnızca Tebessüm Değil (Sevinç Çokum’un “Arada Kalmış Tebessüm” romanı hakkında.) Ülkü Özel Akagündüz- Zaman Pazar Eki, 14 Şubat 2010

İnsan Meselesinin Romanı: “Arada Kalmış Tebessüm” Sevinç Çokum’un romanını değerlendiren Yusuf Çopur- Star Kitap, 6 Şubat 2010

Sevinç Çokum’un “Kayıp İstanbul” Kitabında Anlatıcının Görünümleri Tamer Kütükçü-Türk Edebiyatı Dergisi,Ocak 2011, Sayı:447

”Nar Çiçeği Nasıl Kokar” ın İkinci Dünya Savaşı için, daha doğrusu bütün savaşlar için yazılmış en güzel hikayelerden biri olduğunu kendi kendime söylüyordum. Selim İleri- Radikal Kitap,13 Kasım 2010

Sevinç Çokum’la Yeni öykü Kitabı “Al Çiçeğin Moru Üzerine Selim İleri Ve Ayşe Sarısayın’ın sorularıyla Dünya Kitap, 7 Ocak 2011

‘Asıl fırtınalar, savaşlar insanın içinde doğar.’Sevinç Çokum’un “Arada Kalmış Tebessüm” Romanı ve diğerleriyle ilgili bir söyleşi.Roman coğrafyası, Abukizm, teknik ve dil, kişiler, yaşanmışlıklar vs. Ertuğrul Emre-Türk Edebiyatı Dergisi Mart 2010, Sayı:437

Bir Başkaldırı Romanı:”Arada Kalmış Tebessüm”-Sezai Coşkun-Türk Edebiyatı Dergisi, Mart 2010, Sayı:437

Ortasından İstanbul Geçen Hikayeler, Funda Özsoy Erdoğan-Türk Edebiyatı Dergisi, Ağustos 2010, Sayı:442

Hicret Bey’in Devesinin Boynunda Asılı Olan ,Birliğin ve Dirliğin Sembolü Lacivert Taşı Kayboluyor. ( “Lacivert Taşı” romanı hakkında)…Özlem Karahan, Radikal Gazetesi, 20 Ocak 2012

Tarihin söylemediği çok şey var! Söyleşi: Yusuf Çopur-Taraf Gazetesi, Kültür ve Sanat, 10 Ocak 2012

Hicret Bey ve Oğulları…”Lacivert Taşı” üzerine.. Aykut Ertuğrul-Yeni Şafak Kitap Eki, 7 Aralık 2011

‘Lacivert Taşı’nı Kaybetme!’ (Sevinç Çokum’un “ Lacivert Taşı” romanına bakışlar…) Ülkü Özel Akagündüz, Zaman Kitap, 8 Ocak 2012

‘Roman Size Her Türlü İmkânı Açar.’ “Çok Yapraklı İlişkiler” ve diğerleri. Ümran Avcı – Haber Turk Kültür-Sanat15 Nisan 2013

Modernizmin Acı Meyveleri . “Çok Yapraklı İlişkiler” İnceleme: Neslihan Demirci- Kitap Zamanı, 6 Mayıs 2013

Muktedir Olmak İnsanı Tüketiyor . Sevinç Çokum’un “Çok Yapraklı ilişkiler” romanı. Söyleşi: Ayşe Büşra Erkeç – Yeni Şafak Kitap Eki, 8 Mayıs 2013

‘Sistemle Hesaplaşıyorum.’“Çok Yapraklı İlişkiler” Gülizar Baki, Zaman Pazar Eki,26 Mayıs 2013

Hayatın Tam Ortasından Sevgiler, Rozalya Ana üzerine…Özlem Karahan-Radikal Kitap 31.10.2013

“Al Çiçeğin Moru” üzerine, İsa Kocakaplan- Varlık Dergisi,Nisan 2013

Savrulmalar Ardındaki Dil Cevheri. Hikayeleri, romanları üzerine söyleşi: Adnan Özer- Akşam Kitap,14 Mart 2014

Gönlü Kırık İnsanlar…Sevinç Çokum yeniden kılı kırk yararak değerlendiriyor İstanbul’u, içe atılmış acıları, çabucak geçmiş, geçip gitmiş küçük sevinçleri…Hikayelerine ve “Deli Zamanlar” romanına değinmeler ve” Onlardan Kalan” Selim İleri – Radikal Kitap Eki, 30 Mayıs 2014

Sevinç Çokum ile Söyleşi.” Kırmalı Etekler…” Funda Özsoy Erdoğan- Varlık Dergisi, Mayıs 2015

Sevinç Çokum İle Söyleşi: Ayşe Altıntaş- Türk Dili Dergisi, Şubat 2015, Sayı:758

Sevinç Çokum’dan “Kırmalı Etekler” Bu Kaçıncı Tufan? Değerlendiren: Funda Özsoy Erdoğan- Cumhuriyet Kitap, 1 Ocak 2015

“Kırmalı Etekler”,Parçalı Hayatlar…Ülkü Özel Akagündüz’ün kalemiyle Sevinç Çokum ve romanı “Kırmalı etekler”- Zaman Kültür Sanat, 28 Aralık 2014

Bir Başkaldırı Romanı: “Kırmalı Etekler”Söyleşi: Duygu Aksoy – Star Kitap,15 Ocak 2015
Kendi Kilidinin Mahkûmu Olmak-“Kırmalı Etekler” Sezai Coşkun- Türk Edebiyatı Dergisi, Mart 2015, Sayı:497

ORTASINDAN İSTANBUL GEÇEN HİKÂYELER

       Her yazar, ruhundan bir şeyler üfler yazdıklarına. Yazılanı onun kılan soluğu ne kadar güçlüyse, eser de  ölçüde kalıcı olur, yazarın ruhu yaşamaya devam eder. Sevinç Çokum’un ruhu İstanbul’a sinmiştir. Bu yüzden onun hikâyelerinin ortasından İstanbul geçer. O hikâyelere hayat veren bir bereketli nehirdir İstanbul. İçinde yazarın çocukluğu, gençliği yaşar; eski mahalleler, o mahallelerde dostluklarını, baş kaldırmayan yoksulluklarını bir yorgan gibi üzerlerine çekip yüreklerini ısıtan komşuluklar yaşar; Müslümanlar, gayrimüslimler yaşar…

       Beşir Ayvazoğlu Defterimde Kırk Suret kitabının Sevinç Çokum’a ayrılan bölümünde şöyle der:  “Sevinç Çokum hikâyelerindeydi; bütün çocukluğu, koşup oynadığı sokaklar, komşu teyzeler ve ablalar, sıcak insan ilişkileri, eski evlerin pencerelerinden sarkan sardunyalar, küpe çiçekleri, fesleğenler, duvarlara tırmanan hanımelileri… Yani İstanbul, kaybettiğimiz İstanbul.” (s.153)

       Aslında herkesin bir İstanbul’u vardır. Kimilerinin İstanbul’u masallar anlatıp, şarkılar söyler geçmişe dair; kimilerininki ise ya çın çın bir tramvaya asılmış el sallar ya da bir boğaz vapurunun ardına takılan martıya dönüşmüş çığlık çığlığa kanat çırpar. Kalemini duyarlı bir yürek gibi kullanan Sevinç Çokum’un hikâyelerindeki İstanbul, bir güzellikler, incelikler şehridir. Sevinç Çokum, çocukluğunun geçtiği 1950’li yılları, anıyla karışık bir özgün anlatı kitabı olan “Hevenk- Kayıp İstanbul” da o yıllara ait resimlerini  de kullanarak anlatır bize. Bu yazımızda, yazarın beş hikâye kitabındaki eski İstanbul’un izini sürerken,  “ Kayıp İstanbul kitabından  -ay ışınında parlayan o çakıl taşlarından- yeri geldiğimde faydalanacağız.

        Sevinç Çokum’un İstanbul’unun izini süreceğimiz ve yazımızın da konusunu oluşturan beş hikâye kitabından Eğik Ağaçlar (1972) ve Bölüşmek (1974) daha sonraki yıllarda “Eski Bir Sokak Sesi” adıyla; Makine (1976) ve Derin Yara(1984) kitapları  Evlerinin Önü” adıyla birleştirilerek yeniden basılmıştır. Bu kitaplardaki hikayelerde 1950’li ve 1960’lı yıllara ait inceltilmiş bir kültürün mirasçısı İstanbul ile 1970’li yılların bu incelikleri hala devam ettirmeye çalışan İstanbul’u işlenirken; bu “beşibiryerde” nin son kitabı Onlardan Kalan(1987)’daki hikayelerde ise diğerlerinden farklı olarak, 1980’li yıllarda adeta keskin bir viraj dönerek, başka dünyalara, maceralara atılan ve geçmişine yabancılaşan İstanbul’un değişen yüzü işlenir.

MAHALLE  KÜLTÜRÜ…

       Yazarın özellikle  “Eski Bir Sokak Sesi” adı altında topladığı hikâyelerinde, eski İstanbul’a kimlik kazandıran “mahalle kültürünü” öğreniriz.O mahallelerin yokuş tırmanan ve birbirine açılan sokaklarında, bahçe kapısında çıngırağı, birbirine yaslanarak ayakta duran güler yüzlü, ahşap evlerinde yürekleri birbirine açık insanlar yaşar. Birlikte pikniğe gidilir kamyonlara doluşup, geceden dolmalar sarılır, hamurlar kızartılır. Evlerin taşlıklarına kilimler serilip müsamereler yapılır. Bir cenaze olsa, ölü evine yemekler taşınır. Şen şakrak ablalar vardır o mahallelerde, sevdalarını taşkın zamanlarında haykıran. Kiracılarıyla her şeylerini bölüşen ev sahipleri. Hastalıklara sabırla katlanılan, yoksulluklara isyan edilmeyen o sokaklardan geçen satıcılar, yoğurtçuların çıngırakları, destancı, bir eski ceket karşılığında mandal veren eskici, dükkânının bir köşesinde çizgi roman kiralayan bakkal amcalar…

       Güz Esintileri hikâyesinde Eminönü- Taksim dolmuşlarının kahyası Hüseyin Efendi’yi, evinin sokağa bakan penceresinde kendine küçük bir dünya kurmuş olan karısı Binnaz Hanım’ı ve varla yok arası bir uysallıkta yaşayan kızları Gülten’i anlatırken yazar, bir geçmiş zaman köprüsünden geçerek, Beşiktaş’ın eski mahalle aralarına götürür bizi. “Hüseyin Efendi’yi unutur mu bu sokaklar?.. Tuzbaba Yokuşu, Selaltı Sokağı, Meddah İsmet Sokağı ve Camgöz Sokağı…( s.66)

        Diğer birçok hikâye gibi Güz Esintileri de şimdiyi yaşarken geçmişi hatırlayışlar şeklinde yazılmıştır. Böylece zaman geçip giderken, beraberinde neleri de alıp götürdüğünü daha iyi algılarız. Binnaz Hanım’ın dünyası, o sokaklardan birine açılan bir penceredir. Sabah kahvesini orada içer, komşularını o pencerenin önünde ağırlar, istek üzerine gençliğinde yazdığı manzumeleri okur, hıçkıra hıçkıra ağlar; sonra sinemaya gidilir, acıklı filmlerde ağlanır. Yine aynı komşularla yaz gelince Zihni’nin kamyonuna doluşup Bentler’e, Sultansuyu’na, Hünkâr’a, Harami Dere’ye pikniğe gitmek güzeldir. Kızları Gülten bütün gün ev işi yapan, uysal ve sessiz, gelen görücülerin sıska ve kısa bulduğu için beğenmediği. Ama Gülten’in de yıldızlı bir göğü, enginlere açıldığı bir gemisi vardır. Yine o sokakta oturan Öğretmen Kadri Bey’e gönlü kaymıştır, sessiz sedasız, kimselere açılamadan. Aynı sokağın büyük evinde oturan, aşklarını ve çok uzaklara uzanan hayallerini plaklardaki şarkılarla herkese duyuran genç kızlar da vardır:

“Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey
Mehtaba dalıp yar ile sohbet ne  güzel şey”

          Hepsi geçmişte kalmıştır. O sokaktan taşınılmış, Hüseyin Efendi ile Binnaz Hanım aniden yaşlanmış, Gülten evlenememiştir. Şimdi bir büyük otelde hizmetçilik yapar. Şimdi sokaklar, eski sokaklar; insanlar, eski insanlar değildir artık. Tam olarak ismi konulamayan bir şeyler yitirilmiştir sanki. “Zaman değişmişti. Evlerde pikaplar, televizyonlar, buzdolapları vardı. Evlerde hiçbir  şey yoktu. Öyle bir zamandı ki bu, varla yok bir araya gelmişti.” (s.72)

          Sevinç Çokum, çocukluğunu anlattığı Kayıp İstanbul kitabında o dönemde  oturdukları sokakları anlatırken, o mahallece pikniğe gidişleri, İstanbul’un mersiye yerlerini çok ayrıntılı şekilde verir. Bölüşmek hikâyesinde ise yine eski mahalle kültürüne damgasını vurmuş olan sıcacık ev sahibi- kiracı ilişkilerine değinir. Evlerin ahşap, bahçe kapılarında çıngırakların olduğu yıllar. Bu evlerin yanında tek tük apartmanlar boy göstermeye başlamıştır. Ama Naime Hanım, sinir buhranı geçirdiği için yalnız bırakmak istemediği kız kardeşinin evinde yaşasa da şimdi, iki katlı “nohut oda bakla sofa” eski evi ile bütünleşen, eski bir zamanı bölüştüğü yoksul kiracılarını ortada bırakmak istemez, müteahhidin eski evi yıkıp yerine apartman dikme teklifine karşı direnir. “…Evler, ağaçlar, mevlitler, şerbetler, dişbuğdayı günleri, ut sesleri, bahriye çiftetellisi, arap sabunu, tahta fırçası, hep Naime Hanım’ı, bir mahalleyi, bir eski zamanı, bir bölüşmeyi akla getirir.”(s.114)

        Bu hikâye ile mahalle  kültürünün yaşandığı sokaklardaki ev içlerine de göz atılır: Pencere  kenarlarında küpe çiçekleri, camgüzelleri, sarmaşıklar, pencerelerde el emeği ak pak dantel perdeler; mutfaklarda tel dolaplar, kavanozlarda yedek un, ayıklanmış pirinç, şeker; içinde yapma çiçeklerin, bibloların, nikâh şekerlerinin ve özellikle düğün fotoğraflarının sergilendiği camlı büfeler.  Bu ayrıntılarla, insanlar gibi ev içlerindeki eşyaların da bir ruhu olduğunu ve bu ruhu korumak için yazarın kalemiyle zamana karşı direndiğini görürüz. Bölüşmek hikâyesi kahramanlarından Naime Hanım ve kız kardeşinin, Sevinç Çokum’un Kayıp İstanbul kitabında sevgiyle bahsettiği ciciannesi ve onun kız kardeşi İffet Hanım’la örtüştüğünü hissederiz.

      Yine yazar bir çocukluk anısından yola  çıkarak yazdığı ve yine Kayıp İstanbul kitabında da bahsettiği Bir Eski Sokak Sesi hikâyesindeki üçüncü çocuğunu doğurduktan sonra hastalanan genç bir kadının ölümünü anlatırken, o hikâyenin geçtiği sokağı renkleri ve sesleriyle verir:

        “Kapıların önüne kilim sermiş oturmuş, iç çeken, gülen, kahve içen, yıldızlara doğru sigarasının dumanını savuran, bir sürü insan geçiyor gözümün önünden. Masallı leblebili, ‘Bakmıyor çeşmi siyah’ lı, bayramlı geceleri hatırlıyorum.”(s.10)

        Apartmanlar,  yazarın bu hikâyelerinde İstanbul’un yeni yüzüdür. Sıcacık, ruhu olan mahallelerin yok oluşunun, samimiyetsizliğin göstergesi. Oysa bir zamanlar bu şehirdeki her sokağın bir kimliği vardır, o sokağın sakinlerinin ruhuna yansıyan. Güler yüzlü ahşap evler, inişli yokuşlu yollar, sokağın bakkalı, top oynanan yangın yerleri, komşularla sıcak akşamlarda gidilen yazlık sinemalar bu kimliğin birer parçasıdır. Artık taşlıklarında müsamereler yapılan, kilim serip oturulan evlerin yerini apartmanlar; veresiye defterleri tutan bakkalların yerini yüzü ifadeden yoksun kasiyerlerin bulunduğu marketler; mahalle terzilerinin yerini hazır giyim butiklerinin bulunduğu pasajlar aldığında; o eski İstanbul’un da hafızası silinmiş, şehir kimliksizleşmiştir. Bütün bunlara tanık olmak yazara hüzün verir. Onlardan Kalan kitabında yer alan hikâyelerinde bu hüznü yakalarız. O Çocuk hikâyesindeki İzzet’in yıllar evvel yaşadığı,  çocukluğunu bıraktığı denize açılan, yosun kokulu bir İstanbul sokağına on beş yıl sonra tekrar gittiğinde; hiçbir şeyin eski canlılığında, güzelliğinde olmadığını görünce yaşadığı hayal kırıklığı, aslında yazarın hayal kırıklığıdır. Seksenli yılların marketleri, pasajları, apartmanları, çocukluğunun güzel insanlarının (Balıkçı Rasim Amca’nın, sürdüğü kolonyaların kokusunu geçtiği yollara bırakan Gülnaz Hanım’ın, Kaptan Hüsamettin Amca’nın, gölgesi ağır Bakkal Şükrü Amca’nın ve onun sessiz karısı Ramize Teyze’nin) yaşadığı sokağın sesini yutmuştur.

      Evlerinin Önü kitabında,  yetmişli yılların son  demlerinde artık sokaklara kadar inen siyasi gerginliğin içinde bir taraftan da şehrin kimliksizleşmesine karşı direnişi veren hikâyeler yer alır. Özellikle kitabın son hikâyesi Sarsıntı’da, İstanbul’un sokaklarında, çarşılarında genç bir kızın özünü arayışına tanık oluruz: “Eski İstanbul türkülerinin söylendiği köşeleri aradı. Eski İstanbul kartları satan adamın küf kokulu kartlarına baktı. Gül yağları, kehribar tespihler satan adamlar neredeydi? Ya o türküler? Halıların, kilimlerin üzerinde solmaktaydılar. Mavi akşamlar, birbirine sokulmuş evlerin tüten bacaları… Bütün bunları aradı. Ona anlatılan ve resimlerde gördüğü şeyleri.” (s223)

       1980’li yıllara gelindiğinde şehir, keskin bir viraj dönmüştür sanki. Bu yıllar, yeni bir İstanbul yaratmıştır: Hep tüketen; dostlukları, komşulukları, vefa duygusunu mahalleleri… Beyaz Sessiz Bir Zambak hikâyesinde dikkat çekilen çiğ florasan lambalar, seramik mutfaklar, pazarlamacılık, arabesk müzik, renkli televizyonlar ve videolar ve bir ideali olmayan gençlik, ertelenen namazlar; Ezan Çiçeği hikâyesinde vefa duygusunun yok oluşu, apartmanlarda birbirine sadece merhaba diyebilen içi boşaltılmış komşuluklar, çıkar ilişkileri üzerine kurulan dostluklar…

       Hepsi, evet hepsi güzel olanın tükendiğinin göstergesidir. Ancak yine de bu yozlaşmaya direnenler yok değildir. Sevinç Çokum, 1980’li yıllarda Anadolu’dan göçün de artmasıyla artık nüfusu katlanarak büyüyen ve dev bir çıbana dönüşen İstanbul’daki o “Karanlığa direnen yıldız” ları kalemiyle ışık tutarak arar ve okuyucusunun karşısına çıkarır. Güzel Ev hikâyesinde, Hacca giderken sarmaşıklarla kaplı eski evini Feyyaz’a emanet eden Nedim Usta böyle biridir:

      “Nedim Usta, çarşıyı geçtikten sonra, caminin yanındaki o eğri büğrü sokakta oturuyordu… Koca bir elli beş yıl o sokakta saklıydı. Bu elli beş yılı bırakıp da başka bir semte taşınamazdı. Hem sonra sokak da onsuz olamaz, mutlaka değişir, bozulurdu… Dar günlerde, hastalıklarda, ölümlerde ilk çalınan kapı onun kapısıydı.”(s.99)

Ve karısı Melek Abla:
“Yüzünde İstanbul’un unutulmuş o güzel yanları gülümserdi. Hep ‘Allahaşkına’ derdi. İnsan o eve gidince dostlukların görünmez makaslarla kırpılıp kesilmediği zamanların içine dalardı.”(s.103)

      Eski sokağı ile bütünleşen, eski İstanbul’dan kalma, eski bir geleneği devam ettiren insanlardır onlar. Evlerinin çıngıraklı bahçe kapısından eski İstanbul’a girilir. Üsteli Feyyaz’ın orada bulduğu dostluk, apartman ziyaretlerindeki mesafeli ilişkilerden çok farklıdır. Yine Dost Eli hikâyesinde, seksenli yıllarla birlikte can çekişen, tek tük kalmış değerlerin altı çizilir. Güzel Ev hikâyesindeki Nedim Usta’nın evine onun yokluğunda göz kulak olan Feyyaz; bu hikâyede “ihtiyar” diyerek takıldığı Selim Ağabey’i, zor zamanında yalnız bırakmayan, onu hastaneye götüren, hastanede yatış işlemleri için koşturan dost bir eldir. Her iki hikâyede de sanki eski İstanbul ile yeni İstanbul arasındaki bir köprü gibidir Feyyaz. Varlığı ile İstanbul’a yakışan, inceliklerin, dostlukların ayakta tutulmasının, mahalle kültürünün yaşatılması gerektiğinin altını çizen. “Dostluklar sürüyordu işte. Bu koca koca binalara, bu korkunç hırslara, öfkelere, canavarlıklara rağmen.”(s.111)

GAYRİMÜSLİMLER…

      Sevinç Çokum’un hikâyelerinde ekalliyattan gayrimüslimler de önemli yer tutar. Onlar, İstanbul’un Osmanlıdan kalma incelikli yüzüdür. Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si ile yıllarca aynı sokaklar paylaşılmış;  kiracı- ev sahibi ve komşuluk ilişkileri içinde güzellikle, dostlukla yaşanmıştır. Buna rağmen yine de aradaki o incecik çizgi; yaşayışlara, hayatı algılayışlara sinen… Yokuş Aşağı hikâyesinde, aynı evde kiracı olan Rum Eleni ile Kısmet Hanım’ın hayatları üzerinden hissettirilen farklılık:

      “Eleni’nin o demir parmaklıklı iki pencerenin ardında, iki göz odası vardır. İnsan önce yarı karanlık taşlıkta bir yoksulluğu düşünür.Sonra odalardaki tertemiz halılara, kadife koltuklara, mutfağı aydınlatan buzdolabına, çamaşır makimasına, bakar şaşırır….Eleni düzeni, temizliği sever. Haftada bir, temizlikçi kadın getirir evine. O eve, kocasına, Sen Josef’te okuyan oğluna sımsıkı bağlıdır… Sağlıklarına düşkündürler. En ufak soğuk algınlığında hemen Doktor Yani’yi çağırırlar… Oysa Kısmet Hanım her gün pahallılıktan sızlanıp yakınıyor, güneşin yüzünü parklarda görebiliyordu.”(s.82)

       Sonra İstanbul’daki Rumlarla ilgili yazarın gözlemlerinin hikâyede yer alışı: “Eğer darda kalsalar, bir yerlerden koşup el atacak insanları vardır. İstanbul’da Rumlar, kapılarını korktukları bir şeye kapattıklarında, yüreklerini rahatlatıcı umutları bulmakta zorluk çekmezler. Çünkü sımsıkı kenetlidirler birbirlerine….Katina’nın kocası işportacıydı; ama yazlığa gidebiliyorlardı. Yuvanna’nın kocası badanacıydı; Pazar günlerinde bonfile, tavuk yemeleri kesinleşmişti.”(s.82)

       Yine aynı kitapta – Eski Bir Sokak Sesi’nde- yer alan ve bir genç kızın, Nezihe’nin bakış açısıyla anlatılan Dönme Dolap hikâyesinde, ortak bir iş yapmalarına rağmen aynı şartlarda yaşayamayan biri Yahudi, diğeri Türk iki kişinin hayatından kesitler  verilir:

“Hep  sorardı annesine
—Babam niye Nesim’le ortak oldu? Neden bizim de bir yazlık evimiz yok?
—Kızım, derdi annesi… Biz ancak bu evi alabildik. İleride belki yazlık evimiz de olur. Hem Nesim’in zengin olmasının birçok sebepleri var. Museviler birbirlerini desteklemişlerdir.”(s.60)

    İki ortağın da aynı yaşta kızları vardır: Nezihe ve Viktorya. Ama yaşayışlardaki farklılık; bakışlara, sırtlarını dik  tutuşlarına bile yansımaktadır: “Viktorya, Bostancı plajında denize doğru yürürken, böyle bir güven duygusunun, dikliği içinde gülümsüyordu. İri yarı vücudu gururla geriliyordu…(s.61) “Viktorya’nın mayosundan taşan etleri… O rahatlık, o ezici gülümseyiş…”(s.63)

      Yokuş Aşağı hikâyesinde, yıllar evvel zengin bir Ermeni ailesinin evinde çalışmış olan Kısmet Hanım’ın geçmiş hayatı, geriye dönüşlerle anlatılırken, çok kısaca, politik olmadan ve yorum yapmadan  “Varlık Vergisi” konusuna da değinilir: Varyant, çoğu zaman evine çağırdığı dostlarıyla eski günler üstüne konuşur, yıllar önce ödediği varlık vergisinden yüzünü buruşturarak söz eder ‘Vermeseydim, taş kıracaktım.’ der”(s.79)

     Bir Eski Sokak Sesi kitabında yer alan daha pek çok hikâyede, hikâyelerin merkezine alınmadan ekalliyete dair böyle ince ayrıntılar yer alır. Onların eski İstanbul sokaklarına bir farklı ses, bir farklı renk kattıklarını hissettirir yazar. Sevinç Çokum’un çocukluk anılarının yer aldığı “Kayıp İstanbul” kitabından, onun bir Ermeni evinde doğduğunu ve ona ismini de ev sahibi Ermeni hanımın verdiğini öğreniyoruz. Yine aynı kitaptan öğreniyoruz ki, o insanlarla birbirlerini hiç incitmeden, dostluklarını yıllarca koruyabilmişlerdir. Özellikle 1950’li 1960’lı yıllara ait güzel anıların ışıltısı, yazarın hikâyelerine de sinmiş, o yılların gayrimüslimli İstanbul’unu yazar, hikâyelerinde hoşgörü ve inceliklerle anlatmış; ekalliyetin İstanbul’a kazandırdığı o çok seslilikten doğan kültür zenginliği bir ayrıntı olarak bu hikâyelerde hissettirilmiştir. Ancak Sevinç Çokum’un yetmişli yılların İstanbul’unu anlattığı Evlerinin Önü kitabındaki hikâyelerde, özellikle Rumlara daha politik yaklaştığını görürüz.

      Ülkenin siyasi duruşuna olduğu kadar, halkın günlük yaşayışına da (geceleri karartma yapılmaktadır)  sirayet eden Kıbrıs adasındaki gerginlikler ve adaya yapılan çıkarma harekâtı, Rumlara bakış açılarında bir farklılığı da beraberinde getirir. Galata Bahçeleri hikâyesinde, Rasim Efendi’nin define işinde kimseye güvenmemeyi öğrenmesi de belki buna bir gönderme olarak kabul edilebilir. Üstelik masanın üzerindeki mavi lamba ona çocukluğunda şahit olduğu, Yunanlıların İzmir’i işgalini çağrıştırır ve Rasim Efendi’yi hüzünlendirir:

“- Yunanlılar İzmir’e girdiklerinde çocuktum. Evlerimizin kapısına birer lamba astırmışlardı. Zorla. Bir gün bozguna uğrarlarsa, kaçarken Türk mahallelerini ateşe vermek için.” (s.108)

       Yine Ayrılıklar hikâyesinde isminin de çağrıştırdığı üzere, Türklerle Rumların aynı mekânı paylaşsalar dahi aynı dünyalara sahip olamayacağının altı  çizilir. Hatta bu ayrılık çocukların sokak oyunlarında bile hissettirilir:

         “ Yunus, Kamil, Rozita…Rozita…Yağmacı çocuk. Geceleri Rum şarkılarının çalındığı o gri, bulanık yüzlü evin, çıplak ayaklı, kara saçlı, ele avuca sığmaz kızı… Nasıl da oyunlarını bozardı öteki çocukların… Yaşça kendisinden küçük olanlara daha bir yırtıcıydı. İncecik bir kolu geriye doğru bükerken, duyduğu acılı çığlıklarla çocukluğundan sıyrılır, bir atmaca oluverirdi Rozita. Sonra ansızın bir şeylerden korkarak kaçmaya başlardı. Hem acımasız, hem korkak…”(s.111)

       Savaş vardır; bir huzursuzluk yüreklerde, bazı değerlerin sorgulanmaya başlanması:
“ Apollon’u mermere geçirenler, bir sirtaki oyununda döşemeleri tekmeleyenlerden ayrı mıydı? Sokrates insanlık için ölüyordu; ama onu suçlayanlar da Atinalıydı. Afrodit’e güzellik verenler, Ares’in silahlarıyla nasıl da çirkinleşmişlerdi…”(s.115)

     Aynı kitapta yer alan Büyük Savaştan Sonra hikâyesinde bir Türk çocuğu ile terzilik yapan Rum bir genç kızın sıcak ilişkisi mahalle kültürünün içinde anlatılır. Ancak zamanla bir şeylerin de değiştiği Olga’nın küçük kıza ilgisinin azalışı ile hissettirilir:
“Olga’nın gözlerinde bulduğu vurucu bakış, sevgisizlik neydi?”(s.131)

      Olga’nın evlenişi, evlilik heyecanının sarhoşluğu ile bencilleşmesi, kilisedeki düğünde küçük kızın mekâna duyduğu yabancılık, bir şeylerin yıkıldığının, kırıldığının işaretleridir:
“O yıkılan şeyleri bir araya getiremezdi.”

Zaman geçer, küçük kız büyür, Olga’ya ilgisi azalır. Onunla ilgili oradan buradan aldığı haberleri kayıtsızca dinler:

“Olga Yunanistan’a yerleşmiş”
“Olga kocasından ayrılmış.”
“Olga ölmüş…”(s.132)

        Olga’nın ölümü üzerine  “köküyle birlikte çıkarılıp, bir başka yere aktarılan çiçeklerin umulmadık ölümlerinin verdiği burukluğu” duyar. Bu ölüm; bir zamanların İstanbul’unda, o eski sokaklarda, birlikte yaşanılan, paylaşılan bir dönemin de kapanışının işareti gibidir:
“Kayboldu hepsi… Bir türlü sıkıca kenetlenemeye, sonra kaybolan o eller gibi… Unutuldu”(s.132)

ANADOLU’DAN  GÖÇ…

      Ama hayat devam ediyordur. Ekalliyatın çoğu İstanbul’u terk etmiştir. Artık Cezayir Sokağı’nda onlardan kalan evlere Anadolu’dan göç edenler yerleşmeye başlamıştır İstanbul’un yüzü değişmiştir. Şehir, kontrol edilemez bir hızla büyümeye, genişlemeye başlamış, yeni alışkanlıklar kazanmıştır. Seksenli yıllarla birlikte çarpık kentleşme, gecekondulaşma… Ne İstanbullu olabilen ne de göç ettiği diyara dönebilen insanlar. Onlar için İstanbul gurbettir, bu yüzden iğreti dururlar bu şehirde. Ama Galata Bahçeler hikâyesinin Rasim Efendi’si, diğer İstanbullular gibi göç edenlere küçümseyerek bakmaz. Onların sokağa taşan gürültüleri, yanlarında getirdikleri alışkanlıkları şaşırtıcı gelir. İlgiyle seyreder İstanbul’un yeni yüzünü. Renkli Resimler hikâyesinin ailesiyle birlikte İstanbul’a göç eden Rüstem’i ile Gözden Uzak hikâyesinin kapıcı karısı Gülizar’ın İstanbul’a yabancılıkları çok benzer birbirine:

“Yine de kendi köyünü, o uçsuz bucaksız göğü arıyordu.”

İstanbul’a yüksek okullarda okumak için Anadolu’dan gelenler de şehrin ruhuna yabancı kalırlar, arada sıkışırlar. İstanbul’un kalabalığı ile onların yalnızlık duygusu çelişir. Biri Ay Biri Yıldız hikâyesinin Müslüm’ü İstanbul’u tekinsiz bulur ve sevemez bu şehri. “İnsana güven vermeyen sokaklar, nereye gittiğini bilmeyen kalabalıklar, karanlık yüzlü kapılar…”(s.179)

SONUÇ…

       Sevinç Çokum, sözünü ettiğimiz hikâye kitapları ile 1950’li yıllardan başlayarak 1980’li yıllara uzanan bir İstanbul panoraması çizer adeta. Kalemiyle bir saatin sarkacına asılmış, bizi İstanbul’a münhasır zamanlara ait ayrıntılı bir yolculuğa çıkarır. Bütün bu hikâyelerin ortasından geçen İstanbul ise şairin söyleyişiyle “bin kocadan arta kalmış” dahi olsa, hala çekiciliğini korumaya, sokaklarıyla, tarihiyle, kültürüyle insanları şaşırtmaya devam etmektedir.

FUNDA ÖZSOY  ERDOĞAN
TÜRK  EDEBİYATI DERGİSİ AĞUSTOS 2010

OKUDUK… OKUYORUZ… OKUYACAĞIZ…

       Biz, cemiyet olarak yanlışlarımızı ve hatalarımızı büyük harflerle, kürsüleri yumruklayarak avazımız çıktığı kadar, intikâm yemini edercesine bağıra bağıra haykırıyoruz. Okudukları gazeteye göre; kimi çağdaş, modern ve demokrat; kimi de örümcek kafalı, gerici ve antidemokrattır. Birilerinin elinde beyin ölçer aleti var ya… Beyler, bırakın insanlar okusun. Okusun da ne okursa okusun. Türk edebiyatının kıyısında köşesinde dolaşan herkes Sevinç Çokum ismini bilir. Bir çok edebiyat araştırmacıları ve edebiyat tarihçileri tarafından Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Hikâye ve Romancıları arasında “ Milliyetçi – Türkçü Eğilimciler “ arasında değerlendirilir Sevinç Çokum.

     Ödüle doymayan bir hikâyeci, romancı ve senaristtir Sevinç Çokum. Türkiye’de verilen önemli bir çok ödülle taçlandırılmıştır. Bunlardan bir kaçını zikretmekte fayda vardır.“ Makine “ ( 1976 ) Türkiye Millî Kültür Vakfı Hikâye Ödülünü, ilk romanı “ Zor “ ( 1977 ) Dündar Taşer Roman Ödülünü, “ Hilâl Görününce “ ( 1984 ) romanıyla  1984 Türkiye Millî Kültür Vakfı Jüri Özel Ödülünü ve Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Romancısı Ödülünü ( 1985) “ Rozalya Ana “ ( 1993 ) Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülünü, Karaman 723. Türk Dil Bayramı Türkçeyi En İyi Kullanan Yazar – Dil Ödülünü kazandı.

       Hikâyelerinde; Türk ahlâk ve terbiyesi, Türk kültür ve medeniyetini su yüzüne çıkartan geleneksel temaları işler Sevinç Çokum. Kadın hâlet-i ruhiyesiyle kadın problemlerine feminist gözlüğü takmadan bakar. Duyarlılık hikâyelerinde önplandadır. Dili su gibidir, Yunus’un çeşmesinden doldurmuştur kaleminin mürekkebini. Romanlarında ise, hikâyelerinde işlediği konu ve temaları genişleterek, özellikle Dış Türkler ve onların yaşamış olduğu çok yönlü meselelerini romana harç yapmıştır. Türkiye’nin içtimaî panoramasını yakın tarih konulu romanlarına büyük bir içtenlikle, pürüzsüz Türkçesiyle taşıdı ve muvaffak oldu.

     Eserleriyle Dış Türkler arasında da en az Türkiye’de olduğu kadar yakınlık gören, sevilen, okunan bir kalemdir Sevinç Çokum. Özellikle Azerbaycan, Tataristan ve Özbekistan’da bir Sevinç Çokum gerçeği vardır. Çok mu uzattık sözü. Hayır. Söz konusu Sevinç Çokum olunca, kalp atışlarım hızlanıyor her nedense. Sıkı bir okuyucusu olduğumdan kaynaklanıyor muhtemelen.

Bu yazıyı kaleme aldıran asıl meseleye gelelim.

      26 Mayıs 2013 Pazar günü Zaman gazetesinin hafta sonu ekinde Gülizar Baki’nin, Sevinç Çokum ile yaptığı röportaj kanımı kaynatıp, kalemi elime almama sebep oldu. İyiki de kalemi almışım elime. Röportajın konusu Sevinç Çokum’un, bir modern zaman eleştirisi özelliği taşıyan romanı ( Sevinç Çokum’un sistemle hesaplaşıyorum dediği roman ) “ Çok yapraklı İlişkiler” üzerine . Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi Sevinç Çokum, bir çok kalem erbâbı tarafından “ Milliyetçi – Türkçü Eğilimci “ sanatçı olarak bilinirdi. Şaşkınlığımı gizleyemedim bu röportajdaki dört soruya. Yazıya bu soruları ve Sevinç Çokum’un cevaplarını olduğu gibi iktibâs ediyorum. Buyrun bakalım :

Adalet partisi ile başladınız, sola yakın söylüyorsunuz ama sizin için her yerde ülkücü yazar deniyor ?

     Ülkücüler beni severdi. Bunu hep sorarlar ama ben ülkücü değilim. Sanat iddiasıyla ortaya çıkan bir yazarım. Soldan da beni sevenler oldu. Mesela Behçet Necatigil çok teşvik etti beni. Sağdan da Tarık Buğra benim ilk hikâyelerimi okuyan yazar.

Tarık Buğra’nın bu desteğinden dolayı mı size ülkücü dediler ?

      Tarık Buğra ülkücü değildi.Ülkücülük onun zamanında yoktu ama Tarık Buğra’ya da faşist dediler. Bunu benim yanımda zikretti, “ Bana faşist diyorlar “ dedi. Enterasandır, üzülmüş; çünkü faşist değildi. Ben de faşist değilim. Sadece yurt sever, vatan sever bir insanım. Halkın içinden, Beşiktaş’ın çarşısından gelmiş biriyim.

Yazdığınız milliyetçi romanlardan dolayı mı böyle söylendi ?

      Hayır hayır. Romanlarım ülkücülüğü  veya herhangi bir ideolojiyi savunan roman değildir. Evet, vatan duygusuyla, milliyetçi duygularla tarihî romanlar yazdım; ama milliyetçilikle ırkçılık yan yana tutulmamalı. Milliyetçi olmayan insan yoktur. Fenerbahçe – Galatasaray taraftarlığı da bir çeşit milliyetçiliktir. Burada da sen, Türkiye’yi, Türk milletini seviyorsun . Bunun neresi ideoloji ?

O dönemde kutuplar vardı. Siz İslâmcı çizgiye girmiyorsunuz, bohem bir hayatınız da yok, Marksist, solcu da değilsiniz… Geriye ülkücülük kalıyor ?

      O da var. Bugün sağ denildiği zaman muhafazakâr İslâmcı kitleler akla geliyor. 60’lı yıllarda da sağ denildiğinde Demokrat Parti akla gelirdi. Demokrat Partililer de Atatürk’ü seven, Atatürk’e bağlı insanlardı. Adalet Partisi gençliği de her zaman Atatürk günlerinde çelengini götürürdü Taksim’e. O zamanki sağ bu. 70’li yıllar ülkücülüğün ve solculuğun giderek yükseldiği dönem. 70’li yılların solculuk anlayışında sanki hiç vatan millet yok gibi bir anlayış hâkimdi. Tamam, hepimiz insanız ama başka hayalleri vardı. Rusya’ya hayrandılar. Şimdi Amerikan hayranlığı var. O zamanlar ülkücüler ne Amerika, ne Rusya diyordu. Solcular da o kadar cesur çıkışlar yapıyorlardı ki mesela Amerika protestoları ve İstanbul’da Amerikan askerlerini denize atmaları.

Gülizar Baki sordu, Sevinç Çokum cevap verdi. Yorum ise okuyucunun.

      Biz ki  “ poetika “ sahibi sanatçılarımıza bile at gözlüğüyle bakmayı başarmışız. Sanatta “ön yargı “ ve “ siyasî ideoloji “ birileri tarafından meziyet olarak tasavvur edilmiştir. Bazı kesimler Necip Fazıl Kısakürek’i, Mehmet Âkif Ersoy’u, Hüseyin Nihal Atsız’ı; bazı kesimler de Nâzım Hikmet Ran’ı, Atilla İlhan’ı, Ahmet Arif’i şair sözüyle görmemeyi hatta onları karalamayı kendilerine vazife olarak görmüşlerdir. Yanlış… Yanlış… Yanlış… Bin kere, milyon kere yanlış. Sanat ve sanatçı ne ideolojinin ( izmlerin )  ne de sokağın ihtiraslarına muhatap olmamalıdır. Nesnellik, öznellikten birkaç adım önde gitmelidir.  Evet… Çocukluğum son halkasından başlayarak, gençliğimde ve hâlâ büyük bir zevk alarak okuyorum Sevinç Çokum’u. Kendi ağzıyla ifâde ettiklerinden sonra bile benim için Sevinç Çokum, edebî kimliğiyle tazeliğini muhafaza ediyor.

Bir zamanlar okudum… Şimdi okuyorum… Sonra da okuyacağım…
Sevinç Çokum’u; okuduk… Okuyoruz… Ve okuyacağız…
Mukaddes kitabımızın ilk emrine uyarak.
Cemil Meriç’in ikâzına kulak vererek : “ İzm’ler idrâkimize giydirilen deli gömlekleri. İtibârları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı. “
Sanata sanat. Sanatçıya sanatçı.
Gözüyle bakmadığımız müddetçe kaybeden “ İzm “ lerden oluveririz.
“ İzm “siz okumalar.

Manisa Manşet  (İnternet Haberi)
İbrahim ÇAPAN  04.07.2013

Kitapların  Sevecenliğinde…

        Var olduğumuz toplum Sevinç Çokum’u okuyan herkesi düşündürecek bir görünüm ediniyor…

        Bahar nezlesine döndü dönecek bir soğuk algınlığı geçen hafta yakama yapıştı. Zorunlu işler dolayısıyla sokağa çıktım ama, hep apar topar eve geri dönüşler. Tek yoldaşım okumaktı; güzel kitaplar okudum, sevinçler duydum.

       Atilla Birkiye bir İstanbul güncesi tutmuş: İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt  (Literatür Yayınları). 21 Aralık 2010 ilk gün gibi duruyor; ‘duruyor’ diyorum, çünkü bir başlangıç da söz konusu. Yaşadığı kenti başka bütün ayrıntılardan yalıtarak günceye dökmek: Mavi tereddütlerle yol alış biraz böyle.

     Birkiye öteden beri İstanbul sevdalısı. İstanbul’da âşıkların buluşabilecekleri mekânları kaleme getirmişti; bilmediğim ne kadar çok yer varmış! Ama bu kez yalnız yazar; bir evin penceresinden gördüğü Boğaziçi peyzajları çiziyor. Tabii, kimileyin Boğaziçi’nde geziniyor da. Sonra şehrin başka sokakları, evler, merdivenler, yokuşlar. Güzelliklerin yeni zamanlarda söndürülmesi, otel inşaatları, can yakan ‘yenileşmeler’.

      Geriye ne kalır bu şehirden diyorsunuz. Atilla Birkiye işte tam o sırada eşsiz bir peyzajla yüreğe su serpiyor: “Gündüz, karın ikinci günü, bir öğle sonrası, yazının başında da olsam, yalnız! Motorlar vapurlar martılar ve kargalar, büyük gemiler bile üşümüş, her yer her şey üşümüş; Üsküdar yaşlı, binaların üstünde beyaz, kar beyazı, denizin rengi tuhaf, biraz kirli, açık ve mat bir yeşil, Boğaziçi mavisinin kış halleri olmalı bu, baştan beri anlatmak istediğim. Bu sakinlik çok güzel, huzur veriyor ama şimdilik.”

     İkinci kitabım Halid Ziya’nın Hikâye’siydi (Özgür Yayınları). Ansiklopedilerde, şurda burda adı geçer bu eserin, ne var ki bileni, okuyanı git git azalmıştır. Ben ikinci kez okudum; daha önce özgün metinle sadeleştirilmiş metnin yan yana okunabileceği bir basım gerçekleştirilmişti. Bu kez Fazıl Gökçek yayına hazırlamış. Hikâye 1888 yılında İzmir’de bir gazetede tefrika edilmiş; Halid Ziya yirmi üç yaşında.

      O günlerin Türk edebiyatında roman sayfalarını gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Ahmed Mithat Efendi kıyısından köşesinden roman sanatında iz sürüyor. Namık Kemal’den bizdeki romanlara bazı itirazlar gelmiş ama, Sergüzeşt henüz ününe kavuşamamış…

      Gencecik Halid Ziya şaşırtıcı bir ‘roman sanatı’ birikimiyle karşımıza çıkıyor. Roman sanatı üzerine âdeta çılgıncasına kafa yormuş. Harikulâde bir Flaubert bölümü var. Bihter’i yaratmış Halid Ziya, Madam Bovary’nin trajik yaşamını muhafazakâr Osmanlı toplumu için yeniden yorumluyor. Keşke okunsa, tartışılsa…

     Sonra yağmurlu günlerde Sevinç Çokum’un yeni romanını okudum: Çok Yapraklı İlişkiler (Kapı Yayınları). Sevinç Çokum bir tahkiye ustasıdır, baştan beri, yola çıkışından bu yana. Çok Yapraklı İlişkiler de incelikli anlatımıyla sarıp sarmalıyor. Anılardan, geçmiş günlerin ‘görgü’sünden hüzünler devşiriyor yazar, sonra ‘bugün’ün amansız yaşama biçimlerine ironiyle yaklaşıyor. Gerçi ‘bugün’ diye özellikle vurgulamamış; zamanı belirsiz bırakmayı tercih etmiş. Yine de o gözü dönük kaynaşmanın bugünde geçtiğini algılıyorsunuz.

      Çokum’un Deli Zamanlar romanı yakın geçmişin siyasal arenasına içten, ama çok içten bir ağıttır, çok severim Deli Zamanlar’ı. Çok Yapraklı İlişkiler ise bugünden geleceğe kaygılarla donanmış. Bu iki roman bence art arda okunmalı: Dünün trajik karanlığı, bugünün sözüm ona pembe görünen külrenkleri…

     Var olduğumuz toplum Sevinç Çokum’un perspektifinden, Çok Yapraklı İlişkiler’i okuyan herkesi ‘düşündürecek’ bir görünüm ediniyor.

Selim İleri
Radikal Kitap – 17  Nisan 201

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>